17 Ağustos 2010 Salı

sikmişim anasını

eski fotoğraflara bakıp düşünüyorum. "kalabalıkmışız eskiden" diyorum kendi kendime. şöyle biraz dikkatli bakınca gözlerimizde ki parlaklığı görüyorum. "umutlarımız , hayallerimiz de varmış mk" diye de ekliyorum kendi kendime. epey bir zaman geçmiş olmalı bu fotoğraflar çekileli diye düşünüyorum. ayna da yüzüme baktığımda ; ne bir pırıltı görüyorum ne de gözlerimde bir umut belirtisi.

"bir insanı yıldırmak ya da bezdirmek için kaç yıl gerekir" diye düşünüyorum , ama bulamıyorum. kafam çok güzel , düşüncelerimi toparlayamıyorum. tam sonuca varırken konuyu unutuyorum. tıpkı şimdi olduğu gibi. gerçi sikmişim konuyu ; hayatlarımız da kaç tane konulu şey yaptık ki ? ya da konuyu düşünüp uygulamaya geçirmeye çalıştığımız şeylerin kaç tanesi bize geçirdi ? şu an bunu saymak , daha doğrusu saymaya çalışmak dünyanın en gereksiz şeylerinden birisi. ondan kelli hiç girmeyelim hususa.

bugün parkta bir arkadaşımla oturmuş tekli cigaralarımızı içerken , park'a iyi giyimli bir çift geldi. giyimleri , yürüyüşleri o kadar güzel ve hoştu ki onlara bakmaktan kendimi alı koyamadım. ben onlara bakarken arkadaşım dedi ki
- " olm şunlara bak mk " bir an ona baktım ve onunda tıpkı benim gibi o çifte gıpta ederek baktığını farkettim
- "sende mi onlara kilitlendin lan ?" diye sordum gülerek
- "evet olm. onlar gibi olmak istemez misin mk?" diye sordu
- "şu an onlar gibi olmak için veremeyeceğim hiçbir şey yok" dedim
- " aynen olm , aynen " dedi arkadaşım samimiyetle ve devam etti
- "düşünsene olm ; işten çıkmışsın , sevgilinle buluşmuşsun. parka geliyorsun , biraz yürüyüp sessiz bir banka oturacaksın , biraz konuşup cigarayı yakacaksın filan..." diye devam edecekken ben araya girdim ve
- "o cigara dönecek gene ama ortada dimi moruk" diye alaylı bir biçimde sordum.
- "kesinlikle olm , cigarasız hiç olur mu mk ?" dedi. güzel olan kafalarımızın da etkisiyle deli gibi gülmeye başladık.

şimdi bana diyorlar ki ; "boşuna gittin" , "bunlar geçici hevesler" , "bak 2-3 sene sonra başka şeylerin kaygısını gütmeye başlayacaksın" falan filan... sikmişim anasını , geçmişe bakıyorum ve boşa geçmiş bir hayat görüyorum. ve bunu sadece kendimde değil , çevremde ki insanlarda da görüyorum. kaç tanemiz hayallerinin peşinden koşturabildi ki ? kaçımızın götü yedi ? nerelere gittik ? kimlerle tanıştık ? neler yaptık ? kimlerle seviştik ? kaç kere kendimizi kaybedecek kadar sarhoş olabildik ? kaç kere arkadaşlarımızla tren yolculuğu yapıp kafalarımız güzel bir şekilde camdan sarkıp kahkaha atabildik ? ne yaşadık ki , neyin kaygısını güdelim mk ? yarrak gibi hayatlarımızı kurtarmaya çalıştıkça daha da boka batırıyoruz. bunu da neden yapıyoruz ; bilmiyoruz. biraz önce de dediğim gibi ; sikmişim anasını...

rıfkı ; başla olm ordan ikinci cigaraları kıvırmaya.

not : konuyu bir yere bağlayabildim mi bilmiyorum. kafam çok güzel ve şu an muhtemelen marsın yüzeyinde boş kaleye şut çekiyorum. ondan kelli idare edin ; hadi eyvallah.

8 Şubat 2010 Pazartesi

vodkaelma


yorucu bir gündü. tramvaya binmiş eve gidiyordum. telefonum çaldı. kimin aradığına baktım ve isteksiz bir biçimde telefonu açtım.
-"efendim" dedim.
-"naber ? nasılsın ?" diye sordu.
-"iyi diyelim iyi olsun. sen nasılsın ?" diye sordum. sitemli bir biçimde ;
-"hiç iyi olmaz mısın sen?" diye sordu.
-"bazen olurum. bir gün iyi olduğumu da görürsün elbet" dedim alaylı bir biçimde. ofladı ;
-"canın mı sıkkın senin?" diye sordu.
-"hayır. değil ama birazdan sıkılacak sanki" dedim.
-"konuşmak istemiyorsan kapatayım" dedi kadın.
-"şaka yapıyorum. neden istemiyeyim ki ? anlat sen , ne oldu ?" diye sordum.
-"hiç ya canım sıkıldı öylesine aradım" dedi.
-"canını sıkan nedir?" diye sordum.
-"özel bir durum değil. klasik şeyler işte" dedi.
-"anladım. takma kafana geçer" dedim.
-"öyle yapacağım" dedi. ve fazla dayanamadan ;
-"yarın akşam işin yoksa görüşelim mi?" diye sordu. bunun üzerine ;
-"bugün neyiz günlerden?" diye sordum. bir kahkaha attı
-"günleri de mi karıştırır oldun artık ?" diye sordu.
-"günleri pek siklediğim söylenemez" dedim.
-"terbiyesiz"dedi. güldü ve ;
-"bugün günlerden perşembe. yarında cuma. ne diyorsun ? görüşelim mi?" diye sordu.
-"tamam o zaman görüşürüz" dedim. buluşma noktasını ve saatini belirledikten sonra , birbirimize "iyi akşamlar" dileyip kapattık telefonları.

ertesi akşam buluşma noktasına doğru ilerliyordum. hava soğuk ve sisliydi. cuma akşamı olmasına rağmen fazla kalabalık değildi taksim. açıkçası onunla ya da herhangi bir başkasıyla buluşmak istemiyordum. orada ya da başka bir yerde olmakta istemiyordu. ve yine açıkçası hiçbir sikim yapmak istemiyordum. tarifi mümkün olmayan , anlamsız bir buhranın içersindeydim. "bir şey" bekliyordum. hayatım boyunca hep o "bir şey"i bekledim. ve beklediğim şeyin ne olduğunu şimdi bile bilmiyorum. ölmeyi mi , parayı mı , sevgiyi mi , şefkati mi , gitmeyi mi beklediğimi bilmiyordum. bir gün gelirdi delice bir şevkle bir şeylere sarılırdım. ertesi gün ise sikimde bile olmazdı. neden böyleydim/böyleyim bilmiyordum/bilmiyorum.

buluşma noktasına yaklaştığımda onu gördüm. bekliyordu ve ben geç kalmıştım. neden bekliyordu ve ne bekliyordu benden ? bu sorunun cevabını hem biliyordum hem de bilmiyordum. kısacası umursamıyordum. yanına yaklaştım ;
-"selam" dedim. sitemli bir biçimde
-"nerde kaldın ya ? bekle bekle ağaç oldum." dedi. üzülür gibi yaptım ama pekte sikimde değildi açıkçası.
-"kusura bakma. malum cuma akşamı trafiği." dedim ve yanaklarına birer öpücük kondurdum.
-"neyse olan oldu artık" dedi. ve "nereye gidiyoruz ?" diye sordu.
-"bilmem. nereye gidelim ?" diyerek sorusuna soruyla cevap verdim.
-"farketmez. sen söyle" dedi.
-"iyi o halde ; pendor'a gidelim" dedim.
-"orası neresi ?" diye sordu.
-"görürsün birazdan" dedim. koluma girdi ve yürümeye başladık. birazdan pendor'a oturmuş ve içkilerimizi söylemiştik. birer tane vodkavişne.

konuşmaya başladık. oradan , buradan... hayattan... zorluklardan... engellerden... bir süre sonra bana siksok sorular sormaya başladı. düşürülmek istendiğim tuzağı , bilerek fakat istemeyerek düşüyordum. sinirleniyordum. bir süre sonra yeteri kadar kıvama geldiğimi anlayıp ; cinsel içerikli mesajlar vermeye başladı. halbuki bunlara hiç mi hiç gerek yoktu. fakat o da , dünyanın geri kalanı gibi anlamıyor , anlayamıyordu bunu. yalın olmaya cesareti yoktu insanoğlunun. ve hiçbir zaman da olmayacaktı.

saatime baktım. bir hayli geç olmasa da , son otobüsü kaçırmamak için yeterince geç sayılırdı.
-"kalkalım mı?" diye sordum.
-"kalkalım." dedi.
-"sizinkilerin haberi var mı bu akşam eve gitmeyeceğinden ?" diye sordum. şaşırmış numarası yaparak ;
-"nasıl yani ? eve gidiyorum burdan kalkınca" dedi. pis bir gülüş attım ve
-"gidersin" dedim. naz yapan bir ifadeyle
-"gideceğim zaten" dedi. cümlesini bitirir bitirmez hesabı ödemek için masadan kalktım. bara gidip hesabı ödedim ve dışarı çıktık. dışarı da sis artmış , göz gözü görmez olmuştu. bir yandan ağır adımlar ile yürürken bir yandan da onun vücudunu süzüyordum. kafam içtiğim üç vodka'nın etkisi ile hafiften kırılmıştı ve dünya ve hayat nispeten çekilebilir bir hal almıştı.

10-15 metre ilerlemiştik ki ; onu belinden tutup sokağın sağında ki kapı eşiğine sürükledim. ve o henüz ne olduğunu anlayamadan öpmeye başladım. o da tepki vermekte çok fazla gecikmedi. ve deliler gibi öpüşmeye başladık. o ; akşamdan beri oynadığı oyunun , sonuca varmasının sevincini , ben ise sinirini yaşıyordum. düzmek istiyordum onu. hemen oracıkta düzmek. ellerimi belinden çektim ve eteğini yukarı doğru sıyırıp kalçalarını sıkmaya başladım. bir yandan ellerimle koparırcasına kalçalarını sıkarken , bir yandan da "keşke amına koduğumun sokağından kimsenin geçmeyeceğini bilsem" diyordum içimden. ama nispeten işlek bir karanlık sokaktaydık ve her an ayak sesleri duyulabilirdi.

önce ellerimi kalçalarından çekip eteğini düzelttim. sonra da öpüşmeyi yarı da kesip ;
-"eve telefon aç ve bu akşam gelmeyeceğini söyle" dedim. yüzüme baktı ve
-"tamam da ne söyliyicem ?" diye sordu.
-"ben ne bileyim. bir arkadaşımda kalıcam filan de işte" dedim. sinirlenmeye başlıyordum.
-"tamam tamam. başlama yine ; arıyorum." dedi.
-"tamamdır. biraz acele ette son otobüsü kaçırmayalım" dedim. önce yüzüme sonra da telefona bakıp arama tuşuna bastı.
-"arıyorum" dedi. annesiyle konuşup bu gece gelmeyeceğini ve merak etmemelerini söyledi. sonra da bana dönüp ;
-"tamamdır. gidebiliriz" dedi.
-"hadi o zaman biraz acele edelim" dedim. ve hızlıca yürümeye başladık.

güç bela son otobüsü yakalayıp içine hızlıca bir dalış yaptık. içi kalabalık sayılmazdı ; şimdilik. çok değil iki durak sonra adım atmaya yer kalmayacaktı içeride. otobüsün orta kısmında ki boşluğa ilerleyip yerleştik. çok değil 3 durak sonrasında öngörüm gerçekleşti ve otobüs bir balık konservesi misali dolup taştı. kalabalıkla birlikte vücutlarımız birbirimize kenetlenmiş gidiyorduk. camdan dışarıya bakıyor ve boş sokakları izliyordum ki taşaklarımda ani bir sancı hissettim. yüzümü ona çevirdim ve
-"ne yapıyorsun?" diye sordum yarı güler vaziyette
-"napayım ? istiyorum onu." dedi. yaramaz bir çocuk misali bana bakıyordu. kulağına yaklaştım ve
-"merak etme birazdan istediğin kadar alacaksın" dedim. bunu söylerken de elimi o farketmeden aşağıya kaydırmıştım. ve şimdi avuçlama sırası bendeydi.
-"hadi artık gidelim bir an önce ya" dedi gülerek.
-"az kaldı. geldik sayılır" dedim gülümseyerek.

kısa bir süre sonra otobüsten indik. yolumuzun üstünde ki tek tekel bayii'nin açık olmasını umut ediyordum. biraz sonra tekel bayii'nin önündeydik ve açıktı. şanslıydık. içeri girdik.
-"bir şişe büyük binboa bir tane de vişne suyu alabilir miyim ?" dedim tezgahtar'a.
-"tabii abi vereyim hemen de... vişne yerine elma suyu vereyim abi sana" dedi.
-"vişne suyu kalmadı mı?" diye sordum telaş içerisinde.
-"var abi. var ama hani sana bir tavsiye de bulunayım istedim" dedi gülerek. o zamana kadar hiç denememiştim elma suyu ile vodka içmeyi. zaten o zamanlar yeni yeni yaygınlaşıyordu elma suyu denen şey.
-"tamam abi olur. elma suyu ver o zaman" dedim gülerek.
-"tamamdır abim" dedi. siyah bir poşetin içine vodkayı ve elma suyunu koydu. fiyatı sordum. söyledi. ödedim ve
-"iyi akşamlar" dedim. arkamı döndüm ve kapıya doğru yöneldik.
-"iyi akşamlar abi , iyi eğlenceler" dedi arkamdan. başımı çevirdim
-"eyvallah" dedim. ve çıktık dükkandan.

100 metre kadar yürüyüp , 76 kadar basamak çıktıktan sonra ; çatı katımda ki köhne odama varmıştık. montlarımızı odanın uzak bir köşesine fırlattık. kısa süren bir öpüşmenin ardından ben pc'nin ; o ise bardaklar ile vodkanın başına geçti. benim görevim güzel bir şarkı açmaktı. onun görevi güzel birer vodkaelma hazırlamak. media player'ı çalıştırdım ve arşive bakınıp Leonard Cohen dinlemekte karar kıldım. yitik olan her insanı sevdiğim gibi Cohen'i de severdim. ve şimdi Cohen söylüyordu ; In My Secret Life. şarkıyı dinlerken bir yandan da "ne güzel söylüyor orospu çocuğu" diyordum içimden.

ve o gelip sağ dizimin üstüne oturdu. ellerinde birer bardak vodkaelma vardı. gülümsedim. gece gittikçe güzelleşiyordu. masanın üstünde ki sigara paketinden iki tane sigara çektim ve ikisini de yakarak bir tanesini onun ağzına kondurdum. elinde ki bardaklardan bir tanesini seçip aldım. merak içerisinde sıkı bir yudum aldım. güzeldi. beğenmiştim.
-"nasıl oluyormuş? beğendin mi?" diye sordu merakla
-"çok güzelmiş. beğendim... içsene" dedim. bana bakarak bardağı ağzına götürdü ve sağlam bir yudum aldı.
-"güzelmiş ya gerçekten" dedi. güldüm ve dudaklarına doğru ilerleyip önce hafif bir ısırık arkasından da güzel bir öpücük bıraktım. geri çekilip sigaramdan bir nefes çektim.
-"seninleyken çok rahat hissediyorum" dedi. gülümsedim ve
-"biliyorum. genelde herkes öyle hisseder" dedim.
-"bilmem... seninle eğlenebiliyorum. rahat rahat içip dağıtabiliyorum" dedi.
-"güzel bir şey bu. sevindim böyle hissetmene" dedim. başını omzuma koydu ve boynuma hafif öpücükler kondurmaya başladı.
-"sen de rahat mısın peki benim yanımda?" diye sordu.
-"sen rahatsan bende rahatımdır. merak etme" dedim tebessümle. bardağı kavradım ve sıkı bir yudum daha aldım. birden kafasını kaldırdı ve
-"çok içme. biliyorsun sonra ne olduğunu" dedi. şaşırmıştım.
-"hoşuna gidiyor sanıyordum." dedim.
-"gidiyor ama bazen gerçekten uzun sürüyor ve kuruyorum" dedi.
-"sende biliyorsun ki , çekmecem de kayganlaştırıcı bulundurmamın iki sebebinden birisi de bu" dedim.
-"biliyorum" dedi. sigarasını söndürdü ve dudaklarıma yaklaştı. ateşli bir öpüşmeye tutulduk. elini aşağıya kaydırdı ve pantolonumun düğmelerini çözerek aletimi dışarı çıkardı. öpüşmeyi kesti ve sağ dizimden aşağıya doğru kaydı. artık aletim ağzındaydı ve emiyordu. vodkamı fondip yapıp başımı arkaya attım ve anın tadını çıkartmaya başladım. birazdan pantolonumun kemerini de çözerek üstümden çekip aldı ve odanın karanlık bir köşesine fırlattı. bir ara durdu ve vodkasını fondip yaptı. bardağı masaya koyar koymaz saçından yakaladım ve içinde bolca ısırık barındıran bir öpücük kondurdum dudaklarına. sonra bıraktım ve emme işine dönmesini seyre daldım. delirmişçesine emiyor , taşaklarımla oynuyordu. bir süre sesimi çıkarmadan devam etmesine izin verdim. halimden memnundum.

fakat bu durum çok uzun sürmedi. artık oyuna aktif olarak dahil olmam gerekiyordu. saçından tutup üzerine eğildim ve öpmeye başladım. elim saçlarında ayağa kaldırdım. bir yandan öpüşüyor bir yandan da üzerindekileri çıkartmasına yardımcı oluyordum. sütyenini çözmeye koyulduğu esna da dudaklarım boynundan aşağıya doğru kaydı. ve sütyeni aşağıya düşer düşmez dişlerim ve dilimle meme uçlarına saldırdım. koyu kahverengi , büyük ve sivri meme uçlarına sahipti. ve ben böyle meme uçlarını severdim. göğüsten ziyade meme ucuydu beni tahrik eden unsur.

göğüslerine de gerekli ilgiyi gösterdikten sonra , sıra daha da aşağılara inmeye gelmişti. belinden tutup hemen arkasında ki yatağa doğru hafifçe ittirdim. kendisini bıraktı ve olanca ağırlığı ile yatağa düştü. hemen arkasından eteği ve tangasını da üzerinden bir çırıpıda çekip aldım. ve şimdi tüm çıplaklığı ile karşımda uzanıyordu. ellerimle bacaklarını hafifçe açarak üzerine eğildim ve ellerimle vajinasının dudaklarını aralayıp yalamaya başladım. ilk dil darbemle birlikte kendinden geçercesine inlemeye başladı. şimdi garip sesler çıkartmak ve eliyle kafamı bastırma sırası ondaydı. halimden memnundum. çalışmayı seven bir insandım. klitorisini , dudaklarını ; ısırıyor , yalıyor ve öpüyordum. o ise zevk nağmeleri atıyordu. ve bu oldukça uzun bir süre böyle sürdükten sonra ; başımı vajinasından kaldırdım. "gir artık içime" diyordu. bacaklarını biraz daha araladım ve aletimi dünyanın kapısına dayayıp bir anda içeri girdim. içerisi ıslak , kaygan ve sıcaktı.

bacaklarını belime dolamış içinden çıkmama izin vermiyordu. gidip geliyordum. durmadan gidip geliyordum ve yine memnundum halimden. bir süre sonra bacaklarını tutup belimden çözdüm ve baldırlarından tutarak göğüslerine yasladım. şimdi sıra en sevdiğim pozisyondaydı. dizleri göğüslerinde , ben ise yatağa paralel sayılabilecek bir vaziyette ; vajinasına dik bir açıyla -bilim adamlarının dediğine göre ; G noktasını hedef alarak- gidip geliyordum. ve bu pozisyonda işin sırrı yatağın yay tepkimesine ayak uydurmaktı. o ritm bir kez yakalandıktan sonra gerisi kolaydı. ve ben o yatakta , o ritmi yakalamakta uzmandım.

bir süre sonra yoruldum ve üstte olma hakkımı bir süreliğine ona verdim. ve şimdi deli gibi aşağı yukarı inip çıkıyordu. o bunu yaparken bende boş durmuyor , göğüslerini sıkıyor , üzerime doğru çekerek meme uçlarını ısırıyor ve emiyordum.
-"bunu nasıl yapıyorsun anlamıyorum" dedi
-"neyi?" diye sordum.
-"göğüslerimi bu kadar kıvamında emmeyi ve ısırmayı nasıl başardığını" dedi. güldüm.güzel bir ritm yakalamıştık ve bırakmak derdinde de değildik. kısa bir süre sonra vücudu titremelerle sarsılmaya başladı. boşalıyordu. ben ise daha yeni kendime geliyordum. elimle boynuna yapıştım ve boğazını sıkarak içinden çıkmadan onu altıma aldım. hızlı ve sert bir kaç vuruştan sonra içinden çıktım.

yataktan kalktım ve kendime bir tane vodkaelma hazırladım. bir yudum alıp bir sigara yaktım. ona baktım kendinden geçmişçesine yatakta yatıyordu. sigaramdan bir iki nefes daha alıp vodkaelmamı fondipledim. kafam taşak gibiydi. işte şimdi güzeldi hayat. dışarıda iğrenç bir sis vardı. muhtemelen bir yerlerde birileri ölüyor , intihar ediyor , acı çekiyor ya da var olma savaşı veriyordu. ama kimin sikindeydi ki ? benim savaşımı kim siklemişti bugüne kadar ? yatağımda çırılçıplak yatan kadının bile ne kadar umurundaydı benim savaşım ? ya da herhangi bir başka insanın ne kadar umurundaydı ? kimsenin sikinde bile değildi. o yüzden bunları düşünmekten vazgeçip yatakta yatan kadına baktım. beni bekliyordu. beni istiyordu. ve alacaktı , hemde istediği kadar. bunu hak ediyordu. en azından benimle sevişme cesaretine sahipti.

sigaramı söndürüp yatağa yaklaştım. dizlerinin üzerine kalktı ve ellerini boynuma dolayıp öpmeye başladı. bende bir elim boynunda bir elim yanağında ona karşılık verdim. sonra saçından tutup başını aletime doğru götürdüm. isteğimi anlayıp aletimi emmeye başladı. şimdi sıra da deep throat vardı. bunu yapmama kızıyordu. fakat ben yasak elma'yı yemek istediğim için şu an bunu pek umursamıyordum. kayganlaştırıcıyı da kullanabilirdim. ama söz konusu kayganlık ise hiçbir sıvı ; deep throat yapıldığında ağızdan çıkan o koyu tükürük-salya karışımı sıvı kadar kaygan ve güzel olamaz.

yeterli miktarda kayganlığı elde ettiğimde arkasını dönüp domalmasını söyledim ve gayet istekli bir biçimde kendisine söyleneni yaptı. o da en az benim kadar yasak ilişkileri seviyordu. elimle kalçalarını ayırdım ve karşımda beliren tahrik edici görüntüye baktım. sonra da dilimle önce vajinasını sonra da yasak elmasını yaladım. tam aletimi elime kavramış içine girecek iken ;
-"lütfen yavaş yavaş gir" dedi.
-"merak etme. öyle yapacağım" dedim. ve öyle de yaptım. yavaş , çok yavaş bir biçimde içine tam olarak girdim ve bir kaç yavaş ve yumuşak vuruş yaptım. "çok güzel" diyordu , "devam et" diyordu. ve ben de hızlanarak devam ediyor ; bir yandan da ellerimle kalçalarına sert vuruşlar yapıyordum. "daha sert vur" , "morartana kadar vur" diyordu. ve bende vuruyordum... tam olarak sarhoşluğu yakalamıştık. içkiyle , sinirle , bunalımla , gülüşlerle , öpüşlerle , girip çıkmalarla sarhoş olmuştuk. ve hayat , tam da o anda güzeldi.

bir süre daha anal diyarlarda takıldıktan sonra ; misyonerler diyarına geçiş yapmaya karar verdik. ve ilk başta başladığımız sırayla yolumuza devam ettik. o bir kez daha orgazmı yakalamış ve ben ona bir kez daha yetişememiştim. en son ben yorgunluktan harap ve bitap düşmüş bir biçimde uzanmış o üstümde zıplarken , geleceğimi hissettiğim an yine ipleri elime ve onu da altıma aldım. son vuruşlarımı yaparken ;
-"içine boşalmak istiyorum" dedim.
-"boşal" dedi kendinden geçmiş bir vaziyette. gülümsedim. ve kısa bir süre sonra içine boşaldım. spermlerimin rahminde izlediği yolu tahmin edip , hissetmeye çalışarak , dışarı çıkmadan içinde duruyordum. terden resmen köpürmüştüm. 2-3 defa derin nefes alıp verdikten sonra , üstüne eğildim. elleriyle beni sıkıca sarıp dudaklarıma kibar öpücükler kondurdu. ve bende ona karşılık verdim.

yataktan kalkıp iki tane sigara yaktım ve bir tanesini ona uzattım. o yatakta sakin sakin sigarasını içerken bende birer bardak vodkaelma hazırlamaya başladım. çok değil birazdan yatakta uzanmış içkilerimizi ve sigaralarımızı içiyorduk. birbirimizle konuşmak yerine , birbirimizi gülen yüzler ve gözlerle süzüyorduk. konuşmak anlamsızdı. gereksizdi. mutluyduk ve bu yeterliydi. hatta tek istediğimiz şey tam tamına buydu.

sigaralarımızı ve içkilerimizi bitirdikten kısa bir süre sonra ; tekrar birbirimize dokunmaya , öpüşmeye ve kısa bir süre sonra da tekrar sevişmeye başladık. anlattığıma benzer 2 posta daha atıp uyumakta karar kıldık. ve şimdi o , solumda ve bana dönük bir biçimde , bir eli göğsümde yüzünde hafif bir tebessüm ile belki de rüya görerek uyurken ; ben gözlerimi tavana dikmiş sigara içiyordum. yıldızları görmek , hissetmek istiyordum. fakat tavan buna engel oluyordu. zaten sürekli bir şeyler , bir şeylere engel olurdu. tıpkı özgür bir hayat istediğimde hayatın bana engel olduğu gibi. yapacak pekte bir şey yoktu ve hiç bir zaman da olmamıştı. kanun buydu.  yapılan her eylemde az da olsa bir kaybetme durumu olmalıydı. kazanan hep hayat olurdu. ve o , tüm sertliği ve iriliği ile üzerimizde delice gidip gelirken , bize kalan tek şey ; "daha hızlı, daha hızlı" demekti.

ben bunları düşünürken , mahallenin imamı da boş durmamış ; minarenin merdivenlerini ağır ağır tırmanarak hummalı bir biçimde ezanını okumaya başlamıştı. birden tanrıyı ve şeytanı düşünmeye başladım. doğduğumuz günden beri iki yol serilmişti önümüze. birisinde dua be görmediğin bir dünyanın rüyası ile sarhoş oluyordun. diğerindeyse alkol , kadın ve gördüğün dünyanın rüyası ile... yöntemler birbirine tamamen zıt olmakla beraber amaç aynıydı. amaç sarhoş olmaktı , kendinden geçmek ve mutlu olmaktı. sadece bir an için herkesi ve her şeyi unutmak. kendini bulmak. özünü bulmak ve bunu yaşayıp hissetmek ; tam da iliklerinde hissetmekti olay. evet her şey bu kadar basitti aslında. ve ben yolumu seçmiştim. alkolle , esrar ile , sex ile , bu dünyaya dair hayallerim ve umutlarım ile sarhoş oluyordum. kimse bana bulaşmadığı sürece problem yoktu. ne de olsa herkes kendi çöplüğünde boğulurdu.

sigaram ile birlikte düşüncelerimi de söndürdüm ve yanımda yatan kadına baktım. yüzünde bir tebessüm ve mutluluk vardı ve onu öyle görünce "bu dünya da , gerçekten mutsuz olmaya değecek hiçbir şey yok. ve herkes ama herkes az da olsa mutluluğu hak ediyor" dedim kendi kendime. gülümsedim. ve en azından vücut ısısını hissedebildiğim kadının dudaklarına ufak bir öpücük kondurup uykuya daldım.

12 Ocak 2010 Salı

The Anatomy Of Love

ikimizde çıplaktık. 15 dakika öncesine kadar "gitmem gerek" derken ; şimdi çırılçıplak yatağın üzerine uzanmış , bacakları açık vaziyette benim o boşluğu doldurmamı bekliyordu.dolduracaktım. ama önce vodkamdan son bir yudum ve sigaramdan son bir nefes almalıydım.



yapmam gereken iki şeyi hızlıca yapıp , kendimi onun bacakları arasına bıraktım. henüz içine girmeden sıkı bir öpüşmeye tutulduk. bir an , üfleme konusunda her ne kadar vasat olsa da öpüşme konusunda oldukça iyi olduğunu düşündüm. aklımdan "hiçte fena öpüşmüyor kevaşe" diye geçirirken birden dudaklarını benden çekti ve;
-"benim aslında bir erkek arkadaşım var" dedi. şaşkınlık içerisinde
-"hassiktir! ciddi misin?" diye sordum.
-"evet ciddiyim. onunla buluşmam gerekiyordu ve o yüzden gitmek istiyordum" diye yanıtladı.
-"defalarca seviştik ve sen bunu bana şimdi mi söylüyorsun ?" diye sordum. sinirlenmiştim.
-"ne fark eder ki ? sanki bilseydin yatmayacak mıydın benimle?" diye sordu gayet rahat bir biçimde.
-"bilmem" diyebildim sadece. bir an kendimi o'nun sevgilisi yerine koydum. ben olsaydım ne yapardım diye düşündüm. bugüne kadar kaç defa aldatıldığımı ya da aldatılmadığımı düşündüm. işin içinden çıkamadım. boktan bir durumdu. hemde çok boktan. ben bunları düşünürken ;
-"onu seviyorum. ama cinsel anlamda herhangi bişey hissetmiyorum. bugüne kadar öpüşmedik bile" dedi. iş boka sarmaya başlıyordu ve sinirleniyordum. boktan bir dünya da yaşıyorduk. ve hepimiz aynı boktanlığın parçalarıydık. kabul etsekte , etmesekte. sonra bir an o'nun sevgilisi olmadığımı , kendimi boşu boşuna üzmemem gerektiğini hatırladım.
-"siktir et" dedim o'na. sonra da dudaklarına bir öpücük kondurdum ve içine girdim. artık başlamıştık. bu noktadan sonra , aşk yoktu artık düşüncelerimiz de. tek düşüncemiz bedenlerimizi doyurmaktı artık. alabildiğine güzel , alabildiğine hoyrat bir biçimde ; bedenlerimizi doyurmak...

o gittikten sonra , istemsiz bir biçimde aşk üzerinde düşünmeye başladım. eskiden beri üzerinde düşünüp , doğru kelimeleri bulamayıp , düzgün cümleler kuramadığım konulardan birisiydi aşk. aklıma "seversen sikilirsin , sikersen sevilirsin" sözü geldi ve güldüm. ilk başta çok mantıklı ve doğru geliyordu kulağa. ama değildi. "keşke o kadar basit olsaydı" diye düşündüm içimden ve bir kez daha güldüm. sanırım doğru cümleleri kurabiliyordum artık.

kendisini seven ve sevmeyen olmak üzere iki çeşit insan vardır dünya üzerinde. ve ne hikmetse , aşk bu ikisinin bir araya gelmesinden oluşur genelde. kendini seven insan , kendisiyle barışıktır ve mutlu olmak için pekte başkalarına gerek duymaz. genellikle karşısında ki insanlardan sürekli birşeyler ister , açlığını bastıracak bişeyler. kendini sevmeyen insan ise tam zıt karakterdedir. kendisiyle barışık olmadığı için , başkalarını mutlu ederek mutluluğa ulaşır. bu yüzden de karşısında ki insanlara sürekli bişeyler verir.

bu ikilinin bir araya gelmesinin sonucu , sıkı bir pazarlık ortaya çıkar. oyun oynanmaya başlanır. ilk başlarda herşey güzeldir. alan da , veren de memnundur. fakat bir süre sonra ; istekler büyür. istenilen şeylerin yapılması sıkıcı hale gelir. istekler yerine getirilemez olur. iki tarafta yorgun düşer ve ayrılık anı gelir. genelde ayrıldıktan sonra , kendini seven insan abarttığını düşünüp üzülür , pişman olur ve uzunca bir süre eski hayatına kolayca geri dönemez. kendini sevmeyen insan ise bu pişmanlık ve acıyı henüz ilişki esnasında yaşar ve ayrıldıktan sonra kolayca eski hayatına adapte olur. sonuç olarak iki tarafta acı çekmiş iki tarafta kaybetmiştir.

aşkın yapısına baktığımda kısaca gördüklerim bunlar. yani "seversen sikilirsin , sikersen sevilirsin" sözü tam olarak doğru bir söz değil. bu sözün tam olarak doğru olan versiyonu ; "seversen de sikilirsin , sikersen de sikilirsin yani her halukarda sikilirsin"

Not : en yalın haliyle aşkın anatomisinden bahsettim. bir de bunun içinde oynanan oyunlar filan var ki , onları yazmanın henüz zamanı gelmedi...

29 Aralık 2009 Salı

Milf Hunter

ben 24 , o ise 35 yaşındaydı. aramızda 11 yaş gibi ufak bir yaş farkı vardı. fakat ikimizinde aradı şey sadece iyi bir sex olduğu için ; yaşın ya da başka bir uyuşmazlığın pekte önemi yoktu. işten güçten her fırsat bulduğumuz da sevişiyorduk. doyumsuz bir kadındı ve seviyordum o yönünü. sabahtan akşama kadar düzüşüp , akşam biraz ara verip ; yine akşamdan sabaha kadar düzüşebilirdiniz onunla.




"hayır" demezdi. "başka zaman" demezdi. "arkadan olmaz" demezdi. kısacası muamelesi full idi. deep throat takıldığım zamanlarda bile kızmazdı bana. vefalıydı. sık sık arayıp hal hatır sorar , beni erek bir halde piç gibi ortada bırakmadan da telefonu kapatmazdı genelde. yine bu konuşmaların birinde , gayet içten bir şekilde ;
-"çok iyi birisin sen. neden kendine yaşıtın olan , güzel bir kız bulup ; belli bir süre çıkıp evlenmiyorsun ?" diye sordu bana. güldüm.
-"bu da nerden çıktı şimdi" diye sordum ona.
-"ne bileyim sordum işte" dedi. tekrar güldüm. ve ;
-"sorun o işler için benim fazla iyi olmam" dedim ve şöyle devam ettim "o işlere bulaşırsam hayatımı sikerler benim. sen şimdi bırak bunları da hafta sonu buluşacak mıyız onu söyle" dedim. gülme sırası ondaydı şimdi. güldü ve işveli bir sesle ;
"buluşalım" dedi. buluşma yerini ve saatini ayarladıktan sonra birbirimize iyi günler dileyip telefonları kapattık.

iyi bir insan filan olduğum yoktu benim. bana göre yeryüzünde ki herkes birbirinden boktan ve kötüydü. herkes kendi ruhunun ve bedenin tatminin peşindeydi. herkesin amacı aynı , izlediği yol farklıydı. insanoğluna baktığımda , milyarlarca korkak görüyordum sadece. yaşamak istedikleri hayat ile yaşadıkları hayat arasında sıkışıp kalmış korkaklar , sevişmek isteyip bunu söyleyemeyen korkaklar , küfür etmek isteyip edemeyen korkaklar , sarhoş olmak isteyip olamayan korkaklar ...

ve korkaklar maske takarlardı. kendilerini yüzlerce kimliğin altına gömüp , oyunlar oynarlardı. aşk ise bu oyunlardan sadece bir tanesiydi. ve ben oyun oynamakta her zaman başarısızdım. bunun sebebiyse oyunun kurallarını bilmemem değil , oynamayı sevmemem idi. o yüzden de ; ne o sevgilimi , ne bu sevgilimi , ne de şu sevgilimi daha çok sevdim.  en çok orospu ve orospu ruhlu kadınları sevdim. çünkü onlar ; bukowski'nin de dediği gibi ruhunuzu istemezlerdi sizden. onları şımartmanızı , hediyeler almanızı , egolarını okşamanızı istemezlerdi. ulvi bir görevleri vardır dünya da. ve cennet denen şey var ise şayet , ilk olarak cennete gitmesi gereken insanlar orospulardır.


peki ama aşk sadece basit bir oyun muydu ? yalan mıydı aşk ? yok muydu ? neydi ki bu aşk ? tüm bu saçma soruların cevabı da bir sonra ki yazının konusunu oluşturmakta. yine çok konulu takılacağız.

NOT : "ruhunuzu istemezlerdi sizden. onları şımartmanızı , hediyeler almanızı , egolarını okşamanızı istemezlerdi." derken ,  sadece kadınlardan bahsettim. ama bu bokların aynısını erkekler de yapıyor. bunu biliyor ve belirtiyorum.

NOT 2 : ne ben , ne de bir başkası iyi bir insan değildir. daha fazla kandırmayın kendinizi diye belirtme ihtiyacı duydum.

15 Aralık 2009 Salı

slow , deep and hard

"zengin parasıyla , gariban karısıyla oynarmış"  
böyle de güzel bir ata sözümüz var - ki çok doğru ve de yerinde bir sözdür kendisi. bende bu ikisi de yok. bundan dolayı  , bende bu sayfayla oynuyorum. canım sıkılınca , tasarımını filan değiştiriyorum. iyi geliyor bunalıma , depresyona. tavsiye ederim.

keza bronşite iyi geldiğini söyleyemeyeceğim. "ne alaka şimdi" diye sorarsanız şayet ; geçen doktora gittim. grip olduğumdan şüpheleniyordum. muayene bitince , korku dolu bir gülümsemeyle ;
-"grip mi olmuşum?" diye sordum doktora.
-"keşke grip olsan. bronşit başlangıcı var sende" dedi ve reçeteyi elime verdi.
-"eyvallah" dedim ve çıktım. hastaneden , eczaneye doğru yollanırken ; "kafamı sikeyim" diye küfür ettim kendime. neden mi ?

"çivi çiviyi söker" söker diye de bir ata sözümüz var. ama bu pek doğru bir ata sözü sayılmaz. doğru şu aslında "çivi çiviyi söker. sökülen çivi de göte girer". bunu yaşayarak öğrendim ben. çivi çiviyi söker mantığıyla , deri montun içine sadece bir tişört giyerek gezerseniz , bronşit olursunuz. yapmayın böyle şeyler. benden tavsiye.

e tabi blogun şeklini şemalini değiştiripte , çalan şarkıyı değiştirmemek olmaz. yaklaşık 1 aydır çalan "dead kennedys - holiday in cambodia"nın yerini "tiamat - a deeper kind of slumber" ile değiştirdim. güzel oldu , iyi oldu. severim tiamat denen grubu. özellikle de "wildhoney" ve "deeper kind of slumber" albümlerini. tiamat'ın beyni , johand abime sormuşlar ; "deeper kind of slumber albümünü nasıl bir kafayla yaptın abi" diye. o da ;"alkol , esrar , eroin , LSD ve daha başka bir sürü şey kullanarak yaptım" demiş. keza albümü dinlerken bunu hissediyorsunuz.

baya bir zaman oldu buraya bir şeyler yazmayalı. bu uzun zaman dilimi içerisinde , güzel memleketim de bir takım olaylar patlak verdi. sloganlar atıldı , taşlar fırlatıldı , dayaklar yendi , partiler kapatıldı , partiler açıldı. ama tüm bunlar benim pekte sikimde değil. aslında hemen hemen hiç birşey bu aralar , pekte sikimde değil. memleketime baktığımda sadece batan bir gemi görüyorum. ve ben bir gemi batarken ; genelde sadece bir sigara yakar ve o geminin batmasını izlerim. izlemek iyidir , bazen.



aslında bütün bunları dün akşam yazmak niyetindeydim. fakat hastalıktan ve yorgunluktan 21:00 da uyuyup , 06:00 da uyanınca , yazamadım. sabah uyandım ve işe geldim. gelir gelmez de müdürüm ve onun yalakası beni sinir edince ; şu yazıyı yazayım ve onlara da bir selam çakayım dedim. nitekim yazıyı yazdık , sıra geldi selama "ANANIZI SİKEYİM , OROSPU ÇOCUKLARI". dedim ve gidiyorum.

29 Kasım 2009 Pazar

göç

boktan bir pazar sabahı daha. pazar günlerini oldum olası sevememişimdir. hala da sevmem. erken kalktım. kahvaltı yapmaya gerek duymadım. doğruca wireless i olan bi cafe’ye gidip. internet’e girme telaşındayım.

espresso söyledim kendime. onu beklerken de bir tane sigara sardım. kahvem geldi. sigaramı yaktım. sağlam bir nefes alıp , bolca duman üfledim havaya. ciğerlerimin en ücra köşelerine işleyen bir nefesti. kahvemden bir yudum aldım. sertti. sevdiğim gibi.

bilgisayarımı açtım. wireless’i çalıştırdım. teknoloji ne kadar da gelişti dedim kendi kendime. hayat ne kadar değişti. halbu ki bundan 20 yıl önce şu an bulunduğum kasabadan nasıl kovulduğumuzu daha dün gibi hatırlıyorum.

89 yılı ağustos ayının 13. günü. günlerden ise pazar. akşam üstü suları. kasabanın merkezinde bulunan evimizin bahçesindeyiz. babanem ile büyükbabam evin bahçesini temizlerken bizde ablamla oyun oynuyoruz. ufağız daha. annem dişdoktoruna gitmiş , babam ise arkadaşlarıyla içmeye.

derken birden annem beliriyor evin kapısında. ağlıyor. yanında da , elinde mektup tutan bir polis. büyükbabam polisin elinde ki mektup’u alıyor ve okuyor. “bu akşam çıkmamız lazım” diyor babanneme. babannem de başlıyor ağlamaya.

büyükbabam evin içine girip halamları arıyor. babamı bulup gelmelerini söylüyor. birazdan iki tane araba yanaşıyor evin önüne. ikisi de Skoda. birisi turuncu. birisi beyaz. beyaz olan bizim. turuncu olan halamların. babannem ve annem bir yandan ağlarken bir yandan da eşyaları toparlıyorlar. ufağım. ne olduğuna anlam veremiyorum.

aradan biraz daha vakit geçiyor. evin  önüne siyah bir volga yanaşıyor. kapı komşularımızın. avde ki telaşı görüp başlıyorlar ağlamaya. herkes ağlıyor. bir tek biz ağlamıyoruz. ne olduğunu anlamıyoruz.

akşam saat 8’e doğru herkesle vedalaşıyoruz. beyaz Skoda arabamıza biniyoruz ve yola çıkıyoruz. arka camdan el sallıyoruz. saat 8 de kasaba’nın çıkışında ki polislerin yanında durup listeden adımızı sildiriyoruz ve günlerce sürecek olan yolculuğumuza devam ediyoruz.

yol adım adım ilerliyor. kovulan insan sayısı oldukça fazla. belirli yerlerde kamplar kurulmuş. kaplara girip konaklıyoruz. aylardan ağustos. hava sıcak. insanlar kalp krizi geçiriyor , insanlar ağlıyor , insanlar ölüyor. ve bunca kaos’un ortasında bir çocuk doğuyor. yeni bir insan geliyor dünya’ya.

15 gün süren bir yolculuk sonunda Türkiye’ye geliyoruz. bizimkilerin tabiri ile vatanımıza. Türkiye’ye son kovulanlardanız biz. bizden sonraki insanlar avrupa’ya gönderiliyor. bir süre sonra da sınırlar kapanıyor. ondan sonra gelenler vize ile geliyorlar.

bu sabah , kahvemi içerken bunları düşünüyorum. diyorum ki kendi kendime ; hayat ne kadar garip.

Technorati Etiketleri:

22 Kasım 2009 Pazar

hamburger

e5’in üzerinde ağır ağır ilerliyorduk. hava kararmıştı. pantolonumun arka cebinden old holborn paketimi ve ocb kağıtlarımı çıkartıp , aceleyle bir sigara sardım. arabanın camını aralayıp sardığım sigarayı yaktım. derin bir nefes aldım ve ağır ağır üfleyip ; solgun ışıkta dumanların yavaş yavaş dağılmasını izledim. keşke hiç durmasak diyordum içimden. hiç parketmesek. önümüzde yol , altımız da asfalt olduğu sürece hep yol alsak. kendimizi , benliğimizi unutana kadar gitsek. gecenin değil hayatlarımızın sonuna yolculuğa çıksak.

sigaram yarıya geldiğinde hayatımı düşünmeye başladım. ne bu şehre , ne de bu ülkeye ait değildim. boğuluyordum burada. gitmem gerektiğini biliyordum.

-“gidicem burdan” dedim arkadaşıma. şaşkın bir biçimde suratıma baktı. ciddi olduğumu farketti ve ;

-“nereye?” diye sordu.

-“ilk önce londra. sonrasını bilmiyorum” dedim.

-“nasıl yani ?” dedi

-“önce londra’ya gidip adam akıllı ingilizce öğrenmem lazım. sonrasında da bayaa bir yere gitmek istiyorum” dedim.

6300 motorluk , 1970 model bir dodge challenger ile mojave çölünün ortasına gidip , ön kaputunun üstüne uzanarak sızana kadar içmek istiyordum. küba’ya gidip , orospularla ölene kadar rom ve puro içmek istiyordum. meksika’ya gidip , leş gibi bir barda , leş bıyıklı heriflerle tekila içmek istiyordum. paris’e gidip baudelaire’in mezarında şarap içmek istiyordum. moskova da lenin’in mumyasını görüp , onunla taşşak geçmek istiyordum. bütün bunları yapmak istiyordum.

dodge-challenger-1970a kısa bir sessizlikten sonra , hafif gülerek ;

-“bir kişilik yer var mı yanında ?” diye sordu arkadaşım. yüzüne baktım. ciddiydi.

-“her zaman” dedim gülerek.

-“sonrasını bilmem ama , en az bir sene kalırım seninle londra da” dedi.

-“bana uyar. sorun yok.” dedim.  sonra da ; “deli gibi açım abi. sabahtan beri bir bok yemedim. bişeyler yiyelim”  dedim.

-“olm burası e5 anca burger king , mc donald’s filan vardır. uyar mı sana” dedi

-“her zaman ki gibi pek te fazla seçeneğimiz yok yani” dedim.

-“maalesef.” dedi

-“o halde ilk gördüğüne gir. ölüyorum çünkü açlıktan” dedim

-“tamam moruk giricem” dedi. hafif gaza dokundu ve gözleriyle e5’i kenarını taramaya başladı. ben ise ağır ağır sigaramı içiyordum. bir ara sigaraya baktım ve kaç yıldır sigara içtiğimi hatırlamaya çalıştım. biraz düşünüp cevabı buldum. 11 sene olmuştu. hafif gülümseyerek son bir nefes aldım ve bitmekte olan sigarayı camdan dışarı attım. camı kapatıp , koltuğu biraz daha yatırdım. arkama yaslanıp yolu izlemeye koyuldum.

her zaman aşıktım yollara. “asfalt olan her yer benim evim” dedim içimden. “bir yolunu bulmalıyım. yollarda yaşamanın bir yolunu bulmalıyım” diyip  planlar yapmaya başladım. ne kadar düşündüm bilmiyorum , arkadaşım eliyle bir yeri işaret edip ;

-“şuraya giriyorum. uyar mı?” diye sordu. gösterdiği yere bakmadan

-“uyar.” dedim.

hamburger

arabadan indik ve adına fast food denen , büyük zincirin ; ufak bir halkasına giriş yaptık. içerisi fazla kalabalık değildi. ama her koşulda , hayatlarımızı çürüttüğümüz tek sıralardan birisine daha girmemiz gerekiyordu. ve girdik. siparişlerimizi verdik. ve beklemeye başladık. halka kalabalık olmadığı için , siprişlerimiz fazla beklemeden geldi. açtık ikimizde. oturup yemeye başladık. susmuştuk ikimizde. açlığımızı bastırmaya çalışıyorduk. durmadan büyüyen açlığımızı. bir süre sonra ;

-“yoruldum lan burda varolmaya çalışmaktan” dedim arkadaşıma. hafif hayattan bezmiş bakışlarla.

-“zor abi. burda varolmak gerçekten zor.” dedi ve hayattan bezmiş bakışlara bir yenisi katıldı.

-“neyse ki az kaldı. nisan – mayıs gibi topuklarım ben. ölücem yoksa.”dedim.

-“topukla moruk. benim de okul haziran da bitiyor. akabinde atlar gelirim bende.”dedi

-“okulmuş.” dedim alaylı bir biçimde ve devam ettim “olm bunca yıldır sen okudun , ben çalıştım da ne oldu amına koyayım?” diye sordum.

-“açıkçası bi sikim olmadı abi.” diye yanıtladı bir yandan da yemek  yerken.

-“bizi siktiler ve sikmeyede devam ediyorlar. bütün insanlığı sikiyorlar. adam olmak gibi bir kavram monte etmişler hayatlarımıza ve biz de bu kavramı doğrulamak için durmadan boşuna çırpınıyoruz” dedim.

-“aynen öyle. haklısın.” dedi.

-“gençlik denen döneme ilk adım attığımız da ; şeytanla pazarlık yaptık hepimiz. ruhumuzu ona satacaktık. o da bize sefahat dolu bir hayat sunacaktı. ama bir anda , bundan hepimiz caydık. ve tanrıya gidip , ruhlarımızı ; şeytanla anlaştığımız fiyattan daha ucuza ona sattık. ve ben bu anlaşmayı bozmaya kararlıyım.” dedim. arkadaşım güldü. sonra bende gülmeye başladım. hamburgerlerimiz bitmişti. bir süre sonra arkadaşım meraklı gözlerle bana bakıp ;

-“peki O’na ne olacak abi ? ayrılacak mısın?” diye sordu.

-“her halukar da ayrılacağız zaten. yürümüyor. ayrılmak istiyorum. ama şimdi değil. bana ihtiyacı var. şimdi bırakmam onu”dedim.

-“senin ve senin şu hareketlerinin amına koyayım.” dedi arkadaşım. anlamıyordu beni. kimse anlamıyordu. alışkındım buna.

-“bugüne kadar kaç kişiyi yarı yolda bıraktığımı gördün?” diye sordum.

-“hiç görmedim.” dedi kızgın bir şekilde.

-“görmeyeceksin de , çünkü ben öyle bir insan değilim. ha olmak istemez miydim ? isterdim. o ayrı. onu bilâhare konuşuruz” dedim. güldüm ve şöyle devam ettim ;

-“olm ben bu yarrağı bile bile yedim. biliyordum böyle olacağını. ama yine de , az da olsa bir umut vardı içimde. belki bu sefer başarabilirim dedim. ama olmadı. sanırım ben o işlerin adamı değilim. kesin olarak bunu anladım artık.” dedim.

-“yapamayacağını her zaman söyledim ben sana. dinlemedin ki.” dedi.

-“boşver olm. kapatalım bu konuyu. hasta olacakmış gibi hissediyorum kendimi. ve bu konu açılınca içesim geliyor.” dedim.

-“içelim mi lan?” diye soruyor arkadaşım. canı içmek istiyor. benimde öyle. ama içersem hasta olacağımı biliyorum. bu yüzden de ;

-“siktir et başka zaman içeriz.” diyorum. sonra biraz suskunluk oluyor ve “hadi kalkalım” diyorum. arkadaşım başıyla onaylıyor ve kalkıyoruz. arabaya doğru yürüyoruz. ağır adımlarla.

-“londra dan sonra new york’a gidersin lan sen” diyor arkadaşım. suratım da bir tebessüm beliriyor ve

-“kuzenim orda olduğu sürece pek gitmek istemiyorum” diyorum

-“niye lan ? sen seversin o herifi” diye soruyor.

-“severim abi. oraya gidersem ; pek te güzel kareler çıkmaz ortaya” diyorum. arkadaşım gülüyor.

-“bence de çıkmaz abi. siktir et bence de” diyor.

-“öyle yapıyorum zaten” diyorum.

21 Kasım 2009 Cumartesi

idefix

internetten alışveriş yapmayı seven bir insanım. genelde kitap , bilet , elektronik eşya gibi şeyleri internetten alırım. ve bunda satıcıları sevmememin payı oldukça büyüktür. bir mağazaya gittiğinizde hemen yanınızda bitiverirler. “yardımcı olalım” ayağına yatarlar.

olma arkadaşım ya. istemiyorum mk. zaten kitap haricinde birşey alacağım zaman mağazaya girmeden ne alacağımı kesinleştirmişimdir ben. alırım , öderim ve çıkarım. muhatap olmayı sevmem.

yaptıkları indirimlerden dolayı kitap alımında idefix’i kullanıyorum. iyi indirim yapıyorlar , doğruya doğru. ama hızları çok kötü. kargo süresi 3 gün dediklerinde bilin ki en az 1-2 gün takarlar.

geçen hafta , baktım ki almayı düşündüğüm kitaplar da %50 - %40 indirim yapıyorlar ; dedim alayım şunları. nitekim 11 tane kitap sipariş ettim çok ucuza. bu işlemi yaptığımda tarih , 13.11.2009 du.

aradan bir hafta geçti , baktım ki kargo’nun geldiği filan yok ; telefon açtım kendilerine. şöyle bir diyalog geçti aramızda :

-“iyi günler , nasıl yardımcı olabilirim ?” diye sordu telefonda ki teknik destek elemanı olan hatun.

-“merhaba. geçen hafta bir sipariş vermiştim. aradan bir hafta geçmesine rağmen elime ulaşmadı henüz. sebebini öğrenebilir miyim acaba?” diye sordum.

-“tabii ki , sipariş numaranızı verir misiniz?” diye sordu

-“vereyim. RPZ………..” dedim.

-“kontrol ediyorum…” dedi

-“tamamdır” dedim.

-“hmmm , ….. bey ; siparişleriniz arasında ki “son insan” isimli kitabın bulunmasında bir sorun yaşanmış. siparişiniz bu yüzden gecikmiş.” dedi.

-“iyi de bu beni ilgilendirmiyor ki. zaten 1-2 gün gecikmesine alışkındım da bu sefer ki biraz fazla oldu. kusura bakmayın ama idefix bu sefer eşşeğin şeyine suyu kaçırdı” dedim.

-“haklısınız. ama bu sıralar kitap fuarımız var ve çok yoğunuz siperişlerde biraz gecikme yaşıyoruz maalesef” dedi.

-“normalde de gecikiyorsunuz. neyse… ne zaman göndermeyi düşünüyorsunuz kargomu ?” diye sordum.

-“bu akşam gönderilecek” dedi.

-“yarın çalışmıyorum. pazartesi elimde olmasını sağlarsanız iyi olur” dedim.

-“tabii ki. pazar akşamı kargoya verilecek , pazartesi elinizde olur.”dedi.

-“işallah olur. bir daha ararsam , bu defa kavga edicez çünkü” dedim.

-“tekrar özür dileriz. pazartesi elinizde olur. iyi günler” dedi.

-“size de iyi günler” dedim ve telefonu kapattım.

hala sinirim geçmiş değil. işallah pazartesi göndermezler de şöyle bol küfürlü bir telefon konuşması yaparım kendileriyle. şimdi burdan sana sesleniyorum idefix :

SENİN AMINA KOYAYIM İDEFİX!!!

not : ulan Maurice Blanchot , başıma ne geldiyse senin yüzünden geldi. tamam edebiyat tarihi’nin en yitik adamlarından birisin , saygım büyük. ama bi yere kadar lan! bi yere kadar!

blanchot

11 Kasım 2009 Çarşamba

kitap fuarına yolculuk vol.2

-“cezmi ersöz olm” diye cevapladı arkadaşım. şaşırdım.

-“hassiktir. harbi mi lan?” diye sordum.

-“evet abi. herif oturmuş , kitap imzaliyor” diye yanıtladı. deli gibi gülmeye başladık. sonra ben ;

-“olm şimdi gidip birer kitap alsak. sonra imza sırasına girsek. sıra bize geldiğinde de "cezmi abi bırak şimdi bu aşk , meşk ayaklarını da ; bu ayaklara yatıp hatunları nasıl lüleden kokladığını anlat bize" desek. amma geyik olur varya” dedim arkadaşıma

-“offf. olm varya rezalet çıkar , olay çıkar şerefsizim. yapalım mı lan?” diye sordu. güldüm ve

-“salla abi hiç olay çıkartacak havamda değilim. kafalar hafiften iyi olsaydı yapardık ama” dedim. ve tekrar gülmeye başladık. standların arasında dolaşıp deli gibi gülüyorduk. sustuğumuz da

-“olm bende küçük iskender’i gördüm lan” dedim arkadaşıma.

-“sen tanıyor musun abi o herifi” diye sordu

-“yok lan. bi ben tanışmadım bizim tayfadan” dedim. biraz duraksadım ve

-“olm , küçük iskender’i  görünce bizim imam aklıma geldi lan” dedim.

-“ne imam’ı lan? imam nerden çıktı? ne alakası var olm?” diye sordu arkadaşım.

-“olm bizim imam hatip lisesi mezunu olan bi arkadaş vardı. imam derdik ona. o herif takılırdı küçük iskender’in evine. bi giderdi , bir ay filan takılırdı orda.” dedim.

-“ne yapıyordu ki abi orda ?” diye sordu merakla.

-“ büyük ihtimal , küçük iskender’in yanında ki hatunlara iş atmak için takılıyordu. ya da küçük iskender’i düzmek için. ya da küçük iskender’e kendini düzdürmek için. hepsi mümkün. hepsi olabilir.” dedim. arkadaşım gülmeye başladı. daha sonra da ;

-“sen okudun mu moruk küçük iskender’in kitaplarını?” diye sordu.

-“bir kitabını okumaya çalıştım. yarısına geldiğim de aldığım kişiye iadet ettim.” dedim. bunun üzerine ;

-“niye lan? kötü müydü?” diye sordu arkadaşım.

-“kötü değildi abi. ağlaktı. yazdığı sözler sertti. fakat o sert sözlerin altında hep bir ağlaklık vardı. yani ağlak bir şiir kitabı ne kadar iyi olabilirse o kadar iyiydi. bana göre değil. sende bilirsin ki , ağlaklığı sevmem. hele hele şiir de hiç sevmem. ben yazıyı gözyaşları ile değil , kanları ile yazan adamları severim. ibne yazarlar ve şairler de bu alanda pek iyi değiller maalesef. ” dedim.

amaçsızca dolaşıyor , sağdan soldan laflıyorduk. her sene olduğu gibi bu sene de fuar da sakallı komünist sayısı oldukça fazlaydı. işin komik yanı , arkadaşım da koyu bir komünist olmasıydı. hemde en ıslah olmazlardan…

-“hacım yine kapmışsınız her köşeyi” diye takıldım  arkadaşıma.

-“kapmışsınız derken?” diye sordu manalı bir biçimde.

-“siz abi işte. komünistler. kim olacak ki başka” dedim.

-“hacım başlamayalım gene” dedi.

-“başlasak  nolur lan ? bırak olm bu işleri artık. bırak.” dedim

-“ ben bu olayı benimsemişim bir kere. neden bırakayım?” diye sordu.

-“abi , insanoğlu binlerce yıl düşündü. sistemler yarattı , fikirler yarattı da ne oldu ? hala dünya’ya ilk adım attığımız günkü gibi ; güçlü olan , zayıf olanı sikmiyor mu ? sikiyor. o zaman bende sana soruyorum ? insanoğlu düşündü de ne oldu olm ?” dedim.

-“neden abi feodal toplumdan , sanayii toplumuna geçiş olmadı mı? derebeylik yıkılmadı mı? yıkıldı. demek ki bu sistem de değişebilir. yanlış düşünüosun bence” diye yanıtladı.

-“olm komünizm olsa ne değişecek ki ? siz asıl sorunu görmüyosunuz abi. sorun ; o sistem de ya da bu sistem de değil. asıl sorun “sistem” kavramının kendisinde. siz bunu göremiyosunuz. çünkü insan’ı makine gibi algılıyorsunuz. imkanları eşitlediğimiz anda insanoğlu refah’a ericek , mutlu olacak diyorsunuz. olmayacak abi. çünkü birey yine istediği yere gidemeyecek , yine istediği zaman yatıp , istediği zaman kalkamayacak. mutlu olmayacak. temel sorun kurallar ve yasaklar. bunu görün artık mk. görün.” dedim.

-“bizim amacımız eşit bir dünya yaratmak. biz eşit bir dünya yarattıktan sonra , isteyen mutlu olsun , isteyen olmasın ; pek te sikimizde değil açıkçası” dedi.

-“eşitlik te sikinizde değil ki abi sizin. zenginlerin imkan ve de ayrıcalıklarını kıskanıyorsunuz. onlar yapıyor biz neden yapamayalım diyorsunuz. esasen eşitlik filan sikinizde değil. feminizm ne kadar saçmaysa , komünizm de o kadar saçma işte mk” dedim.

-“ ne alakası var olm ya?” dedi

-“çok alakası var abi. feministler de sizin gibi yalandan eşit haklar filan diye bağırıyorlar. bi kere dünya üzerinde kukusu olan hiçbir canlı eşitlik değil ,  ayrıcalık ister. isteyen kadın da , emin ol ; iki eliyle bir siki doğrulatamayan kadındır. sizin gibi. siz de iki elinizle bir siki doğrulatamadığınız için ötüyorsunuz.” dedim.

-“bırak olm bu lafları ya. anca böyle sikim sikim örnekler verirsin. başka da bi sikim yapmazsın zaten” dedi. gülmeye başladım.

-“siktir et olm. koy götüne hepsinin” dedim. gülmeye devam ettim. arkadaşım sinirlenmişti. susuyorduk ve anlamsızca kitaplara bakıyorduk. bir yayınevinin standına ilgisizce bakıyorduk ki , gözüm bir kitaba ilişti. henry miiler’ın oğlak dönencesi kitabı. bende olmayan kitaplardan. kitabı elime aldım ve arka kapağında ki yazıyı okumaya başladım. sonra da arkadaşıma dönüp ;

-“hacım okudun mu hiç henry miller ?” diye sordum.

-“okumadım abi.” diye cevapladı.

-“çok şey kaçırmışsın. sert yazardır miller” dedim.

-“sen okuduğuna göre , sert olduğu kesin.” dedi. güldüm. o esna da aklıma bir şey geldi ve arkadaşıma ;

-“hacım bir kız arkadaşım var. 13 yaşında henry miller’ın seksus isimli kitabını okumuş. bunu bana söylediğinde şok olmuştum. o geldi lan şimdi aklıma” dedim.

-“niye ki ? neyle alakalı o kitap?” diye sordu

-“hard sikiş ile alakalı. pisliğin , tükenmenin kitabıdır abi seksus. herkes okuyamaz. ve düşün , hatun bunu 13 yaşında okumuş” dedim.

-“vay anasını. sonra ne olmuş lan kafayı kırmamış mı hatun ?” diye sordu.

-“kırmış olm. kırmaz mı?” dedim

-“ e o yaşta kırar tabii. nerden bulmuş ki kitabı?” diye sordu

-“dedesinin kitaplığında duruyormuş kitap. bu da rastgele bir kitap seçip okuyayım diye elini salıyor , onca kitabın arasından da gele gele seksus geliyor. okumaya başlayınca da kafalar karışıyor tabii. 13 yaşında , vajinasının üstünde çıkan şeylerin ismi henüz kıl değil tüy olan bir çocuğun ; bohem hayatı tüm çıplaklığı ve pisliğiyle okuduğunu düşünsene” dedim.

-“of. çok fena be abi.”

-“fena tabii. ama bizim ki bu şok ile yetiniyor mu ? yetinmiyor. gidiyor 15 yaşında da niçe’nin zerdüşt’ünü okuyor. oluyor sana deli.” dedim ve gülmeye başladım.

-“peki bu hatun şu anda normal bir insan gibi hayatını devam ettirebiliyor mu?” diye , alaylı bir şekilde sordu arkadaşım.

-“tam olarak ettiremese de , en azından deniyor. çok iyi hatundur ama. bayaa severim yani. muhabbeti filan bombadır. bununla bir oturduk mu masaya ana-avrat düz gideriz valla.” dedim.

-“iyiymiş valla” dedi.

-“iyidir abi. dur lan tanıştırayım seni onunla.”dedim.

-“tanıştır abi. olur.” dedi.

-“yanlışını görürse , aliş’i siktiği gibi seni de siker ama ona göre” dedim ve gülmeye başladım.

-“aliş kim lan?” diye sordu arkadaşım.

-“sen bilmiyorsun tabii.” dedim ve anlatmaya başladım.

-“şimdi abi bu hatun bi yerde çalışıyor. çalıştığı yerde de ali diye bi eleman varmış. bu eleman bizim hatun’a yazılmaya başlamış. sonra bizim ki de çocuktan hoşlanmış ve çocuktan bir hareket bekler olmuş. ama çocuk bir türlü o konuya gelmiyormuş. bir gün bizim hatun da kafayı kırıp almış çocuğu karşısına konuşmuş. velhasıl çocuk da buna , ıssız adam tripleri yapmış. benden sevgili olmaz filan gibisinden. bizim hatun da bi siktir git demiş buna tabii haliyle. sonra bu olayı bana anlattı. bende , çocuk belki fufu’dur , git sor diye diye günlerce bunun kafasını şişirdim. sonra bunlar birgün iş yerinde birbirlerine girmişler. bizim hatun da çocuğa ; ali fufu musun sen diye harbi harbi sormuş.” dedim. kahkalarla gülmeye başladık. sustuğumuz da

-“peki aliş ismi nerden çıktı olm?” diye sordu arkadaşım.

-“daha ibnemsi bir isim olması için , ali’nin sonuna , ş harfini ben ekledim” dedim. tekrar gülmeye başladık.

standın önünden ayrılmadan önce henry miller’ın oğlak dönencesi kitabını satın aldım. sonra biraz daha dolaştık ve çıktık fuardan.