29 Kasım 2009 Pazar

göç

boktan bir pazar sabahı daha. pazar günlerini oldum olası sevememişimdir. hala da sevmem. erken kalktım. kahvaltı yapmaya gerek duymadım. doğruca wireless i olan bi cafe’ye gidip. internet’e girme telaşındayım.

espresso söyledim kendime. onu beklerken de bir tane sigara sardım. kahvem geldi. sigaramı yaktım. sağlam bir nefes alıp , bolca duman üfledim havaya. ciğerlerimin en ücra köşelerine işleyen bir nefesti. kahvemden bir yudum aldım. sertti. sevdiğim gibi.

bilgisayarımı açtım. wireless’i çalıştırdım. teknoloji ne kadar da gelişti dedim kendi kendime. hayat ne kadar değişti. halbu ki bundan 20 yıl önce şu an bulunduğum kasabadan nasıl kovulduğumuzu daha dün gibi hatırlıyorum.

89 yılı ağustos ayının 13. günü. günlerden ise pazar. akşam üstü suları. kasabanın merkezinde bulunan evimizin bahçesindeyiz. babanem ile büyükbabam evin bahçesini temizlerken bizde ablamla oyun oynuyoruz. ufağız daha. annem dişdoktoruna gitmiş , babam ise arkadaşlarıyla içmeye.

derken birden annem beliriyor evin kapısında. ağlıyor. yanında da , elinde mektup tutan bir polis. büyükbabam polisin elinde ki mektup’u alıyor ve okuyor. “bu akşam çıkmamız lazım” diyor babanneme. babannem de başlıyor ağlamaya.

büyükbabam evin içine girip halamları arıyor. babamı bulup gelmelerini söylüyor. birazdan iki tane araba yanaşıyor evin önüne. ikisi de Skoda. birisi turuncu. birisi beyaz. beyaz olan bizim. turuncu olan halamların. babannem ve annem bir yandan ağlarken bir yandan da eşyaları toparlıyorlar. ufağım. ne olduğuna anlam veremiyorum.

aradan biraz daha vakit geçiyor. evin  önüne siyah bir volga yanaşıyor. kapı komşularımızın. avde ki telaşı görüp başlıyorlar ağlamaya. herkes ağlıyor. bir tek biz ağlamıyoruz. ne olduğunu anlamıyoruz.

akşam saat 8’e doğru herkesle vedalaşıyoruz. beyaz Skoda arabamıza biniyoruz ve yola çıkıyoruz. arka camdan el sallıyoruz. saat 8 de kasaba’nın çıkışında ki polislerin yanında durup listeden adımızı sildiriyoruz ve günlerce sürecek olan yolculuğumuza devam ediyoruz.

yol adım adım ilerliyor. kovulan insan sayısı oldukça fazla. belirli yerlerde kamplar kurulmuş. kaplara girip konaklıyoruz. aylardan ağustos. hava sıcak. insanlar kalp krizi geçiriyor , insanlar ağlıyor , insanlar ölüyor. ve bunca kaos’un ortasında bir çocuk doğuyor. yeni bir insan geliyor dünya’ya.

15 gün süren bir yolculuk sonunda Türkiye’ye geliyoruz. bizimkilerin tabiri ile vatanımıza. Türkiye’ye son kovulanlardanız biz. bizden sonraki insanlar avrupa’ya gönderiliyor. bir süre sonra da sınırlar kapanıyor. ondan sonra gelenler vize ile geliyorlar.

bu sabah , kahvemi içerken bunları düşünüyorum. diyorum ki kendi kendime ; hayat ne kadar garip.

Technorati Etiketleri:

22 Kasım 2009 Pazar

hamburger

e5’in üzerinde ağır ağır ilerliyorduk. hava kararmıştı. pantolonumun arka cebinden old holborn paketimi ve ocb kağıtlarımı çıkartıp , aceleyle bir sigara sardım. arabanın camını aralayıp sardığım sigarayı yaktım. derin bir nefes aldım ve ağır ağır üfleyip ; solgun ışıkta dumanların yavaş yavaş dağılmasını izledim. keşke hiç durmasak diyordum içimden. hiç parketmesek. önümüzde yol , altımız da asfalt olduğu sürece hep yol alsak. kendimizi , benliğimizi unutana kadar gitsek. gecenin değil hayatlarımızın sonuna yolculuğa çıksak.

sigaram yarıya geldiğinde hayatımı düşünmeye başladım. ne bu şehre , ne de bu ülkeye ait değildim. boğuluyordum burada. gitmem gerektiğini biliyordum.

-“gidicem burdan” dedim arkadaşıma. şaşkın bir biçimde suratıma baktı. ciddi olduğumu farketti ve ;

-“nereye?” diye sordu.

-“ilk önce londra. sonrasını bilmiyorum” dedim.

-“nasıl yani ?” dedi

-“önce londra’ya gidip adam akıllı ingilizce öğrenmem lazım. sonrasında da bayaa bir yere gitmek istiyorum” dedim.

6300 motorluk , 1970 model bir dodge challenger ile mojave çölünün ortasına gidip , ön kaputunun üstüne uzanarak sızana kadar içmek istiyordum. küba’ya gidip , orospularla ölene kadar rom ve puro içmek istiyordum. meksika’ya gidip , leş gibi bir barda , leş bıyıklı heriflerle tekila içmek istiyordum. paris’e gidip baudelaire’in mezarında şarap içmek istiyordum. moskova da lenin’in mumyasını görüp , onunla taşşak geçmek istiyordum. bütün bunları yapmak istiyordum.

dodge-challenger-1970a kısa bir sessizlikten sonra , hafif gülerek ;

-“bir kişilik yer var mı yanında ?” diye sordu arkadaşım. yüzüne baktım. ciddiydi.

-“her zaman” dedim gülerek.

-“sonrasını bilmem ama , en az bir sene kalırım seninle londra da” dedi.

-“bana uyar. sorun yok.” dedim.  sonra da ; “deli gibi açım abi. sabahtan beri bir bok yemedim. bişeyler yiyelim”  dedim.

-“olm burası e5 anca burger king , mc donald’s filan vardır. uyar mı sana” dedi

-“her zaman ki gibi pek te fazla seçeneğimiz yok yani” dedim.

-“maalesef.” dedi

-“o halde ilk gördüğüne gir. ölüyorum çünkü açlıktan” dedim

-“tamam moruk giricem” dedi. hafif gaza dokundu ve gözleriyle e5’i kenarını taramaya başladı. ben ise ağır ağır sigaramı içiyordum. bir ara sigaraya baktım ve kaç yıldır sigara içtiğimi hatırlamaya çalıştım. biraz düşünüp cevabı buldum. 11 sene olmuştu. hafif gülümseyerek son bir nefes aldım ve bitmekte olan sigarayı camdan dışarı attım. camı kapatıp , koltuğu biraz daha yatırdım. arkama yaslanıp yolu izlemeye koyuldum.

her zaman aşıktım yollara. “asfalt olan her yer benim evim” dedim içimden. “bir yolunu bulmalıyım. yollarda yaşamanın bir yolunu bulmalıyım” diyip  planlar yapmaya başladım. ne kadar düşündüm bilmiyorum , arkadaşım eliyle bir yeri işaret edip ;

-“şuraya giriyorum. uyar mı?” diye sordu. gösterdiği yere bakmadan

-“uyar.” dedim.

hamburger

arabadan indik ve adına fast food denen , büyük zincirin ; ufak bir halkasına giriş yaptık. içerisi fazla kalabalık değildi. ama her koşulda , hayatlarımızı çürüttüğümüz tek sıralardan birisine daha girmemiz gerekiyordu. ve girdik. siparişlerimizi verdik. ve beklemeye başladık. halka kalabalık olmadığı için , siprişlerimiz fazla beklemeden geldi. açtık ikimizde. oturup yemeye başladık. susmuştuk ikimizde. açlığımızı bastırmaya çalışıyorduk. durmadan büyüyen açlığımızı. bir süre sonra ;

-“yoruldum lan burda varolmaya çalışmaktan” dedim arkadaşıma. hafif hayattan bezmiş bakışlarla.

-“zor abi. burda varolmak gerçekten zor.” dedi ve hayattan bezmiş bakışlara bir yenisi katıldı.

-“neyse ki az kaldı. nisan – mayıs gibi topuklarım ben. ölücem yoksa.”dedim.

-“topukla moruk. benim de okul haziran da bitiyor. akabinde atlar gelirim bende.”dedi

-“okulmuş.” dedim alaylı bir biçimde ve devam ettim “olm bunca yıldır sen okudun , ben çalıştım da ne oldu amına koyayım?” diye sordum.

-“açıkçası bi sikim olmadı abi.” diye yanıtladı bir yandan da yemek  yerken.

-“bizi siktiler ve sikmeyede devam ediyorlar. bütün insanlığı sikiyorlar. adam olmak gibi bir kavram monte etmişler hayatlarımıza ve biz de bu kavramı doğrulamak için durmadan boşuna çırpınıyoruz” dedim.

-“aynen öyle. haklısın.” dedi.

-“gençlik denen döneme ilk adım attığımız da ; şeytanla pazarlık yaptık hepimiz. ruhumuzu ona satacaktık. o da bize sefahat dolu bir hayat sunacaktı. ama bir anda , bundan hepimiz caydık. ve tanrıya gidip , ruhlarımızı ; şeytanla anlaştığımız fiyattan daha ucuza ona sattık. ve ben bu anlaşmayı bozmaya kararlıyım.” dedim. arkadaşım güldü. sonra bende gülmeye başladım. hamburgerlerimiz bitmişti. bir süre sonra arkadaşım meraklı gözlerle bana bakıp ;

-“peki O’na ne olacak abi ? ayrılacak mısın?” diye sordu.

-“her halukar da ayrılacağız zaten. yürümüyor. ayrılmak istiyorum. ama şimdi değil. bana ihtiyacı var. şimdi bırakmam onu”dedim.

-“senin ve senin şu hareketlerinin amına koyayım.” dedi arkadaşım. anlamıyordu beni. kimse anlamıyordu. alışkındım buna.

-“bugüne kadar kaç kişiyi yarı yolda bıraktığımı gördün?” diye sordum.

-“hiç görmedim.” dedi kızgın bir şekilde.

-“görmeyeceksin de , çünkü ben öyle bir insan değilim. ha olmak istemez miydim ? isterdim. o ayrı. onu bilâhare konuşuruz” dedim. güldüm ve şöyle devam ettim ;

-“olm ben bu yarrağı bile bile yedim. biliyordum böyle olacağını. ama yine de , az da olsa bir umut vardı içimde. belki bu sefer başarabilirim dedim. ama olmadı. sanırım ben o işlerin adamı değilim. kesin olarak bunu anladım artık.” dedim.

-“yapamayacağını her zaman söyledim ben sana. dinlemedin ki.” dedi.

-“boşver olm. kapatalım bu konuyu. hasta olacakmış gibi hissediyorum kendimi. ve bu konu açılınca içesim geliyor.” dedim.

-“içelim mi lan?” diye soruyor arkadaşım. canı içmek istiyor. benimde öyle. ama içersem hasta olacağımı biliyorum. bu yüzden de ;

-“siktir et başka zaman içeriz.” diyorum. sonra biraz suskunluk oluyor ve “hadi kalkalım” diyorum. arkadaşım başıyla onaylıyor ve kalkıyoruz. arabaya doğru yürüyoruz. ağır adımlarla.

-“londra dan sonra new york’a gidersin lan sen” diyor arkadaşım. suratım da bir tebessüm beliriyor ve

-“kuzenim orda olduğu sürece pek gitmek istemiyorum” diyorum

-“niye lan ? sen seversin o herifi” diye soruyor.

-“severim abi. oraya gidersem ; pek te güzel kareler çıkmaz ortaya” diyorum. arkadaşım gülüyor.

-“bence de çıkmaz abi. siktir et bence de” diyor.

-“öyle yapıyorum zaten” diyorum.

21 Kasım 2009 Cumartesi

idefix

internetten alışveriş yapmayı seven bir insanım. genelde kitap , bilet , elektronik eşya gibi şeyleri internetten alırım. ve bunda satıcıları sevmememin payı oldukça büyüktür. bir mağazaya gittiğinizde hemen yanınızda bitiverirler. “yardımcı olalım” ayağına yatarlar.

olma arkadaşım ya. istemiyorum mk. zaten kitap haricinde birşey alacağım zaman mağazaya girmeden ne alacağımı kesinleştirmişimdir ben. alırım , öderim ve çıkarım. muhatap olmayı sevmem.

yaptıkları indirimlerden dolayı kitap alımında idefix’i kullanıyorum. iyi indirim yapıyorlar , doğruya doğru. ama hızları çok kötü. kargo süresi 3 gün dediklerinde bilin ki en az 1-2 gün takarlar.

geçen hafta , baktım ki almayı düşündüğüm kitaplar da %50 - %40 indirim yapıyorlar ; dedim alayım şunları. nitekim 11 tane kitap sipariş ettim çok ucuza. bu işlemi yaptığımda tarih , 13.11.2009 du.

aradan bir hafta geçti , baktım ki kargo’nun geldiği filan yok ; telefon açtım kendilerine. şöyle bir diyalog geçti aramızda :

-“iyi günler , nasıl yardımcı olabilirim ?” diye sordu telefonda ki teknik destek elemanı olan hatun.

-“merhaba. geçen hafta bir sipariş vermiştim. aradan bir hafta geçmesine rağmen elime ulaşmadı henüz. sebebini öğrenebilir miyim acaba?” diye sordum.

-“tabii ki , sipariş numaranızı verir misiniz?” diye sordu

-“vereyim. RPZ………..” dedim.

-“kontrol ediyorum…” dedi

-“tamamdır” dedim.

-“hmmm , ….. bey ; siparişleriniz arasında ki “son insan” isimli kitabın bulunmasında bir sorun yaşanmış. siparişiniz bu yüzden gecikmiş.” dedi.

-“iyi de bu beni ilgilendirmiyor ki. zaten 1-2 gün gecikmesine alışkındım da bu sefer ki biraz fazla oldu. kusura bakmayın ama idefix bu sefer eşşeğin şeyine suyu kaçırdı” dedim.

-“haklısınız. ama bu sıralar kitap fuarımız var ve çok yoğunuz siperişlerde biraz gecikme yaşıyoruz maalesef” dedi.

-“normalde de gecikiyorsunuz. neyse… ne zaman göndermeyi düşünüyorsunuz kargomu ?” diye sordum.

-“bu akşam gönderilecek” dedi.

-“yarın çalışmıyorum. pazartesi elimde olmasını sağlarsanız iyi olur” dedim.

-“tabii ki. pazar akşamı kargoya verilecek , pazartesi elinizde olur.”dedi.

-“işallah olur. bir daha ararsam , bu defa kavga edicez çünkü” dedim.

-“tekrar özür dileriz. pazartesi elinizde olur. iyi günler” dedi.

-“size de iyi günler” dedim ve telefonu kapattım.

hala sinirim geçmiş değil. işallah pazartesi göndermezler de şöyle bol küfürlü bir telefon konuşması yaparım kendileriyle. şimdi burdan sana sesleniyorum idefix :

SENİN AMINA KOYAYIM İDEFİX!!!

not : ulan Maurice Blanchot , başıma ne geldiyse senin yüzünden geldi. tamam edebiyat tarihi’nin en yitik adamlarından birisin , saygım büyük. ama bi yere kadar lan! bi yere kadar!

blanchot

11 Kasım 2009 Çarşamba

kitap fuarına yolculuk vol.2

-“cezmi ersöz olm” diye cevapladı arkadaşım. şaşırdım.

-“hassiktir. harbi mi lan?” diye sordum.

-“evet abi. herif oturmuş , kitap imzaliyor” diye yanıtladı. deli gibi gülmeye başladık. sonra ben ;

-“olm şimdi gidip birer kitap alsak. sonra imza sırasına girsek. sıra bize geldiğinde de "cezmi abi bırak şimdi bu aşk , meşk ayaklarını da ; bu ayaklara yatıp hatunları nasıl lüleden kokladığını anlat bize" desek. amma geyik olur varya” dedim arkadaşıma

-“offf. olm varya rezalet çıkar , olay çıkar şerefsizim. yapalım mı lan?” diye sordu. güldüm ve

-“salla abi hiç olay çıkartacak havamda değilim. kafalar hafiften iyi olsaydı yapardık ama” dedim. ve tekrar gülmeye başladık. standların arasında dolaşıp deli gibi gülüyorduk. sustuğumuz da

-“olm bende küçük iskender’i gördüm lan” dedim arkadaşıma.

-“sen tanıyor musun abi o herifi” diye sordu

-“yok lan. bi ben tanışmadım bizim tayfadan” dedim. biraz duraksadım ve

-“olm , küçük iskender’i  görünce bizim imam aklıma geldi lan” dedim.

-“ne imam’ı lan? imam nerden çıktı? ne alakası var olm?” diye sordu arkadaşım.

-“olm bizim imam hatip lisesi mezunu olan bi arkadaş vardı. imam derdik ona. o herif takılırdı küçük iskender’in evine. bi giderdi , bir ay filan takılırdı orda.” dedim.

-“ne yapıyordu ki abi orda ?” diye sordu merakla.

-“ büyük ihtimal , küçük iskender’in yanında ki hatunlara iş atmak için takılıyordu. ya da küçük iskender’i düzmek için. ya da küçük iskender’e kendini düzdürmek için. hepsi mümkün. hepsi olabilir.” dedim. arkadaşım gülmeye başladı. daha sonra da ;

-“sen okudun mu moruk küçük iskender’in kitaplarını?” diye sordu.

-“bir kitabını okumaya çalıştım. yarısına geldiğim de aldığım kişiye iadet ettim.” dedim. bunun üzerine ;

-“niye lan? kötü müydü?” diye sordu arkadaşım.

-“kötü değildi abi. ağlaktı. yazdığı sözler sertti. fakat o sert sözlerin altında hep bir ağlaklık vardı. yani ağlak bir şiir kitabı ne kadar iyi olabilirse o kadar iyiydi. bana göre değil. sende bilirsin ki , ağlaklığı sevmem. hele hele şiir de hiç sevmem. ben yazıyı gözyaşları ile değil , kanları ile yazan adamları severim. ibne yazarlar ve şairler de bu alanda pek iyi değiller maalesef. ” dedim.

amaçsızca dolaşıyor , sağdan soldan laflıyorduk. her sene olduğu gibi bu sene de fuar da sakallı komünist sayısı oldukça fazlaydı. işin komik yanı , arkadaşım da koyu bir komünist olmasıydı. hemde en ıslah olmazlardan…

-“hacım yine kapmışsınız her köşeyi” diye takıldım  arkadaşıma.

-“kapmışsınız derken?” diye sordu manalı bir biçimde.

-“siz abi işte. komünistler. kim olacak ki başka” dedim.

-“hacım başlamayalım gene” dedi.

-“başlasak  nolur lan ? bırak olm bu işleri artık. bırak.” dedim

-“ ben bu olayı benimsemişim bir kere. neden bırakayım?” diye sordu.

-“abi , insanoğlu binlerce yıl düşündü. sistemler yarattı , fikirler yarattı da ne oldu ? hala dünya’ya ilk adım attığımız günkü gibi ; güçlü olan , zayıf olanı sikmiyor mu ? sikiyor. o zaman bende sana soruyorum ? insanoğlu düşündü de ne oldu olm ?” dedim.

-“neden abi feodal toplumdan , sanayii toplumuna geçiş olmadı mı? derebeylik yıkılmadı mı? yıkıldı. demek ki bu sistem de değişebilir. yanlış düşünüosun bence” diye yanıtladı.

-“olm komünizm olsa ne değişecek ki ? siz asıl sorunu görmüyosunuz abi. sorun ; o sistem de ya da bu sistem de değil. asıl sorun “sistem” kavramının kendisinde. siz bunu göremiyosunuz. çünkü insan’ı makine gibi algılıyorsunuz. imkanları eşitlediğimiz anda insanoğlu refah’a ericek , mutlu olacak diyorsunuz. olmayacak abi. çünkü birey yine istediği yere gidemeyecek , yine istediği zaman yatıp , istediği zaman kalkamayacak. mutlu olmayacak. temel sorun kurallar ve yasaklar. bunu görün artık mk. görün.” dedim.

-“bizim amacımız eşit bir dünya yaratmak. biz eşit bir dünya yarattıktan sonra , isteyen mutlu olsun , isteyen olmasın ; pek te sikimizde değil açıkçası” dedi.

-“eşitlik te sikinizde değil ki abi sizin. zenginlerin imkan ve de ayrıcalıklarını kıskanıyorsunuz. onlar yapıyor biz neden yapamayalım diyorsunuz. esasen eşitlik filan sikinizde değil. feminizm ne kadar saçmaysa , komünizm de o kadar saçma işte mk” dedim.

-“ ne alakası var olm ya?” dedi

-“çok alakası var abi. feministler de sizin gibi yalandan eşit haklar filan diye bağırıyorlar. bi kere dünya üzerinde kukusu olan hiçbir canlı eşitlik değil ,  ayrıcalık ister. isteyen kadın da , emin ol ; iki eliyle bir siki doğrulatamayan kadındır. sizin gibi. siz de iki elinizle bir siki doğrulatamadığınız için ötüyorsunuz.” dedim.

-“bırak olm bu lafları ya. anca böyle sikim sikim örnekler verirsin. başka da bi sikim yapmazsın zaten” dedi. gülmeye başladım.

-“siktir et olm. koy götüne hepsinin” dedim. gülmeye devam ettim. arkadaşım sinirlenmişti. susuyorduk ve anlamsızca kitaplara bakıyorduk. bir yayınevinin standına ilgisizce bakıyorduk ki , gözüm bir kitaba ilişti. henry miiler’ın oğlak dönencesi kitabı. bende olmayan kitaplardan. kitabı elime aldım ve arka kapağında ki yazıyı okumaya başladım. sonra da arkadaşıma dönüp ;

-“hacım okudun mu hiç henry miller ?” diye sordum.

-“okumadım abi.” diye cevapladı.

-“çok şey kaçırmışsın. sert yazardır miller” dedim.

-“sen okuduğuna göre , sert olduğu kesin.” dedi. güldüm. o esna da aklıma bir şey geldi ve arkadaşıma ;

-“hacım bir kız arkadaşım var. 13 yaşında henry miller’ın seksus isimli kitabını okumuş. bunu bana söylediğinde şok olmuştum. o geldi lan şimdi aklıma” dedim.

-“niye ki ? neyle alakalı o kitap?” diye sordu

-“hard sikiş ile alakalı. pisliğin , tükenmenin kitabıdır abi seksus. herkes okuyamaz. ve düşün , hatun bunu 13 yaşında okumuş” dedim.

-“vay anasını. sonra ne olmuş lan kafayı kırmamış mı hatun ?” diye sordu.

-“kırmış olm. kırmaz mı?” dedim

-“ e o yaşta kırar tabii. nerden bulmuş ki kitabı?” diye sordu

-“dedesinin kitaplığında duruyormuş kitap. bu da rastgele bir kitap seçip okuyayım diye elini salıyor , onca kitabın arasından da gele gele seksus geliyor. okumaya başlayınca da kafalar karışıyor tabii. 13 yaşında , vajinasının üstünde çıkan şeylerin ismi henüz kıl değil tüy olan bir çocuğun ; bohem hayatı tüm çıplaklığı ve pisliğiyle okuduğunu düşünsene” dedim.

-“of. çok fena be abi.”

-“fena tabii. ama bizim ki bu şok ile yetiniyor mu ? yetinmiyor. gidiyor 15 yaşında da niçe’nin zerdüşt’ünü okuyor. oluyor sana deli.” dedim ve gülmeye başladım.

-“peki bu hatun şu anda normal bir insan gibi hayatını devam ettirebiliyor mu?” diye , alaylı bir şekilde sordu arkadaşım.

-“tam olarak ettiremese de , en azından deniyor. çok iyi hatundur ama. bayaa severim yani. muhabbeti filan bombadır. bununla bir oturduk mu masaya ana-avrat düz gideriz valla.” dedim.

-“iyiymiş valla” dedi.

-“iyidir abi. dur lan tanıştırayım seni onunla.”dedim.

-“tanıştır abi. olur.” dedi.

-“yanlışını görürse , aliş’i siktiği gibi seni de siker ama ona göre” dedim ve gülmeye başladım.

-“aliş kim lan?” diye sordu arkadaşım.

-“sen bilmiyorsun tabii.” dedim ve anlatmaya başladım.

-“şimdi abi bu hatun bi yerde çalışıyor. çalıştığı yerde de ali diye bi eleman varmış. bu eleman bizim hatun’a yazılmaya başlamış. sonra bizim ki de çocuktan hoşlanmış ve çocuktan bir hareket bekler olmuş. ama çocuk bir türlü o konuya gelmiyormuş. bir gün bizim hatun da kafayı kırıp almış çocuğu karşısına konuşmuş. velhasıl çocuk da buna , ıssız adam tripleri yapmış. benden sevgili olmaz filan gibisinden. bizim hatun da bi siktir git demiş buna tabii haliyle. sonra bu olayı bana anlattı. bende , çocuk belki fufu’dur , git sor diye diye günlerce bunun kafasını şişirdim. sonra bunlar birgün iş yerinde birbirlerine girmişler. bizim hatun da çocuğa ; ali fufu musun sen diye harbi harbi sormuş.” dedim. kahkalarla gülmeye başladık. sustuğumuz da

-“peki aliş ismi nerden çıktı olm?” diye sordu arkadaşım.

-“daha ibnemsi bir isim olması için , ali’nin sonuna , ş harfini ben ekledim” dedim. tekrar gülmeye başladık.

standın önünden ayrılmadan önce henry miller’ın oğlak dönencesi kitabını satın aldım. sonra biraz daha dolaştık ve çıktık fuardan.

10 Kasım 2009 Salı

kitap fuarına yolculuk vol.1

metrobüs’ten indim ve merdivenlere doğru hızla yürüdüm. arkadaşımın geldiğini ve arabayla beni beklediği yeri gördüm. hızı biraz daha arttırdım. otobüsten inen herkes çılgınca bir yarışa tutulmuştu. ama bütün yarış merdivenlere gelene kadardı. orda hepimiz ; birçok yerde olduğu gibi tek sıra halini almak ve öyle ilerlemek zorundaydık. 

önüm de bir kadın yürüyordu. vücudunu saran dar bir pantolon giymişti. ve gayet ağır adımlarla yürüyordu. birkaç defa onu geçmeye çalıştım ama nafile. merdivenler dar , insanlar kalabalıktı. kaderime boyun eğdim ve kadını sollamaktan vazgeçip , önümde ki kıçın tadını çıkarmaya karar verdim. merdivenleri tırmanma faslı sona erince tekrardan adımlarımı hızlandırdım. 10 metre sonra önümde tekrar bir merdiven belirdi.  bu kez tırmanmıyor , iniyordum. merdivenlerden inerken hayatlarımızı düşündüm. bazen hızlı , bazen yavaş ama sürekli anlamsız bir yarış halinde olan hayatlarımızı. bir amacımız yoktu. bize tek sıra halinde inip çıkmamız için merdivenler vermişlerdi. ve biz de sürekli inip çıkıyorduk. ve bu böyle sürekli devam ediyordu. kimse bunu neden yaptığını bilmiyordu. hepimiz kocaman bir koyun sürüsünün parçalarıydık. bize gösterilen yolda ; durmadan , birbirimizle yarışarak , birbirimizi sikerek ilerliyorduk.

merdivenlerden inip arkadaşımın arabasına doğru ilerledim. arabaya bindim ve montumu çıkarıp , arka koltuğa fırlattım. arkadaşıma dönüp ;

-“bazen iyi bir kalça’nın , sıkı bir kumaş pantolon üzerinde ki yansıması muazzam olabiliyor” dedim.

-“kesinlikle” diyerek onayladı ve ikimiz aynı anda gülmeye başladık. sonra da hareket ettik. fuar’a gidiyorduk. kitap fuarına. binlerce entellektüel insanın çılgınca kitap alıp imzalattığı mekana.

yavaş kullanıyordu arabayı. saat 5 ti ve yollar hafiften kalabalıktı.

-“hacım bu  ne ya ? bas biraz gaza , sabaha gideriz bu hızla” dedim.

-“gidiyoruz işte abi , ne acelemiz var ? hem yol boş değil ki basayım” dedi.

-“altınoluk’tan dönüşümüzü hatırlıo musun lan?” dedim gülerek.

-“hatırlamam mı abi. istanbul il sınırına kadar 70’le , 80’le getirdin bizi , silivriyi görünce başladın köpek gibi basmaya amına koyiim” dedi. sesli bir kahkaha attım ve

-“naapayım abi ? ben boş yol şöförü değilim. boş yol da hız yapmam. manzarayı seyrede seyrede giderim. baktım ki araba sayısı artıyor , o zaman basarım gaza. neden biliyor musun ?” diye sordum.

-“neden abi cidden?” diye sordu

-“olm kendime güvenirim. sadece kendime. geri kalan herkese şüphe beslerim , güvenmem. trafikte de böyle. ben kolay kolay kaza yapmam. ama ibnenin beri gelir bana vurur diye , bende yapıştırıyorum allah ne verdiyse” diye cevapladım.

-“ilginç bi yaklaşım” dedi.

-“hayat ilginç be moruk” dedim. ve gülmeye başladık. canım sigara istiyordu. yaklaşık 1:30 saattir içmemiştim ve acilen içmem gerekliydi.

-“tütün var mı lan yanında?” diye sordum arkadaşıma

-“var ama arka koltukta , montumun cebinde” dedi.

-“hay sikeyim vereceğin cevabı , benim ki de arka koltukta montumun cebinde” dedim.

-“o zaman alda iç göt! ne sikime tatava yapıyosun” dedi

-“kes ulan , yoluna bak sen” dedim. montuma uzanıp aldım. cebinden , mavi old holborn paketimi ve ocb marka sarma kağıdımı alıp , tekrar arka koltuğa fırlattım. bir parça tütün alıp sarmaya başladım.

-“hacım 1-2 arkadaş var , aralık ayına doğru yunanistan’a gidecekler. aldıralım mı 5er , 6şar paket old holborn onlara?” diye sordu arkadaşım.

-“aldıralım olm. hatta açık turuncu rızla kağıt ta aldıralım. bu amına koduğumun , ocb’sinin kağıtları bok gibi” dedim.

-“dandik hakkaten ocb. ama memleketim de daha yeni abi bu işler , yakında rızla da satmaya başlarlar” dedi. güldüm.

-“olm işe bak lan , sigara’nın bile underground’ını içiyoruz” dedim.

-“sorma amına koyayım , sorma” dedi.  sigara sarma işlemim bitmişti. pantolon'umun cebinden zippomu çıkarttıp sigaramı yaktım. sağlam bir nefes çekip üfledim. sonra aynı işlemi defalarca yinelemek üzre işe koyuldum. o esna da radyo da bir şarkı çalmaya başladı. leonard cohen den , dance me to the end of love du çalmaya başlayan parça.

-“hassiktir. moruk yavaşla. mümkünse sağ şeride geç ve önde ki araçlarla takip mesafesini koru” dedim arkadaşıma

-“nooldu lan?” diye sordu.

-“cohen çalıyo abi. lanetlidir bu herif. her an kaza yapabiliriz , ölebiliriz ya da kolumuz bacağımız kopup ta , bi şekilde hayatta kalabiliriz” dedim. ve aynı anda gülmeye başladık. sonra sustuk.

-“ulan bu herifin konserine gitmek 17 yaşımdan beri benim hayalimdi amına koyayım. ama gidemedim.peki neden ?” diye sordum

-“neden abi?” diye sordu o da

-“çünkü bu memleketin amına koduğumunun elitleri bütün biletleri iki hafta önceden almışlar.  o dönem ücretsiz izindeydim. ben parayı denkleştirip , bilet almaya gittiğim de bilet kalmamıştı bana” dedim.

-“abi bende çok istiyordum cohen’i canlı izlemeyi ama biletler çok pahalıydı cidden ve benim de bilet alacak maddi gücüm yoktu o dönem” dedi.

-“neyse hacım kapatalım konuyu , acaip moralim bozuluyor” dedim.

-“bence de” dedi. konuyu kapattık ve sustuk. avcılar denen yerin sınırına geldiğimiz de trafik sıkıştı ve adım adım ilerlemeye başladı.

-“bu nerden çıktı şimdi ya” dedim

-“işte burası da avcılar abi , burası hep böyle” dedi.

-“sikeyim avcıları” dedim

-“bende” dedi. ve güldük. trafik sıkışıktı. korna çalarak , sellektör yaparak , güç bela ilerliyorduk. herşey , bunca zahmet kitaplar içindi. aslında benim umurumda değildi. hayatımın hemen her anında olduğu gibi , gidelim vakit geçsin modundaydım ben. uzunca sayılabilecek bir sürenin sonunda , fuar alanına geldik. arabayı part ettik ve giriş kapısına doğru ilerlemeye başladık.

-“olm biz buraya niye geldik lan?” diye sordum arkadaşıma

-“o ne demek lan şimdi?” diye sordu o da

-“abi binlerce kitap okuyan , entellektüel ayaklarına yatan insanın arasında ne işimiz var bizim ? ben böyle yerler de kendimi cehennemdeymiş gibi hissediyorum lan.” dedim. güldü ve

-“boşver abi geldik bir kere. gidelim gezelim işte” dedi.

-“bu saatten sonra fazla da bir seçeneğimiz yok zaten” dedim ve giriş kapısına gelip ; üzerimizide ki yanıcı , patlayıcı , kesici ve delici aletleri bir tarafa koyup , güvenlik taramasından geçtik. ordan da fuar’ın içine , yani kitap pazarına giriş yaptık.

içerisi oldukça kalabalıktı. zor yürünüyordu içeride. hafiften standları dolaşmaya başladık. arkadaşım , kendi çizgisine yakın kitaplar çıkaran yayınevlerinin standlarını dolaşmak istiyordu. ben ise istemiyordum.

-“sen takıl moruk. bende hafiften bi dolanayım. elbet bi yerde karşılaşırız” dedim.

-“tamam abi. bulurum ben seni” dedi.

-“tamamdır , görüşürüz” dedim ve dolaşmaya başladım. “bunca insan ne yapıyor burda” , “ne okuyorlar” , “ne alıyorlar” , “bu çılgınlık niye”  diye soruyordum kendime durmadan. anlam veremiyordum tüm bu olan bitene. “bu kadar insan kitap okuyorsa , bişeyler öğreniyorsa ; dünya halâ neden bu kadar boktan bi yer” diye düşünüp , düşüncemin içinden çıkmaya çalışıyordum. bir süre sonra da “koy götüne” diyip , amaçsızca dolaştım. zaten kitap almak gibi bir niyetim yoktu. öylesine bakıyordum ben , laf olsun diye.

ayrılmamızdan yarım saat kadar sonra arkadaşım yanımda belirdi ve ;

-“olm senin adamın burda lan. kitap imzalıyor” dedi

-“kimmiş lan o?” diye sordum.

---------------------------------------------------------------------------------

devamı yarın. çünkü uykum geldi.

---------------------------------------------------------------------------------

6 Kasım 2009 Cuma

fuckbuddy aranıyor

endamı ve güzelliği yerinde olan , boyu fazla uzun olmayan , kişisel temizliğine önem veren , çok konuşmayı değil çok sevişmeyi seven , eli ayağı düzgün ve muamelesi de full olan ; fuckbuddy bayan arkadaşlar aranıyor!
iletişim baabında  :  fcuk.what.you.say@gmail.com adresine mail atabilirsiniz.
ziyadesiyle mühim not : atacakları mail'e fotoğraflarını ekleyen bayanlar her zaman 1 adım önde olacaklardır !


şimdi ; yukarıda ki yazıyı okuyunca kafalar karıştı tabii . "bu olay da nerden çıktı" diyorsanız ; şurdan çıktı :

geçenler de bir arkadaşımla taksim de oturmuş içiyorduk ki ;

-"hacım , bi de fuckbuddy kavramı geldi yurduma" dedi arkadaşım
-"evet lan , öyle bişey varmış" dedim bende.
-"nasıl yani senin bir fuckbuddy'in yok mu?" diye sordu. şaşırarak ;
-"bu nasıl soru lan ? olması mı lazım dı ki ?" diyerek sorusunu soruyla cevapladım.
-"ne bileyim olm , herkesin varmış bi tane fuckbuddy'si. senin de vardır diye sordum ben" dedi.
-"olm manyak mısın lan ? her önüne gelene soruyo musun olm bunu?" diye sordum.
-"ne sorucam mk. sen böyle garip şeyleri denemeyi sevdiğinden sana sordum" dedi.
-"severim lan cidden , lâkin bu aralar hiçbir bokla uğraşamam ; bunalımdayım mk" dedim.
-"nooldu lan ? hayırdır ?" diye sordu.
-"siktir et olm. bunalımda olduğumu bilmen kâfi" dedim.
-"ulan , hayatın edebiyat mk" dedi. yüksek sesli bir kahkaha patlattım. arkasından ;
-"hadi lan , vodka'nı içte kalkalım" dedim.
-"olm otursaydık biraz daha" dedi.
-"eve gitmek istiorum olm" dedim.
-"napıcan mk evde yaa ?" diye sordu
-"intihar edicem mk , intihar edicem" dedim.

biraz daha oturduk mekan da. sonra da evlerimize , hayatlarımızı çürüttüğümüz ufak odalarımıza yollandık. bunalımdaydım ve canım hiçbir şeyle uğraşmak istemiyordu. içim de bir merak olduğu doğruydu  , ama buhranım her şeyden ağırdı. uğraşamazdım , bu işe saatlerce mesai harcayamazdım. o yüzden bende ilan vereyim dedim. budur yani olay.

en çok merak edilen sorunun cevabı : inanın , neden böyle şeyler yaptığımı bende bilmiyorum.

versene bi kere

lise son sınıf öğrencisiydim. meslek lisesinde okuduğum için haftanın 3 günü bir fabrika da staj yapıyordum. devlet baba ve çalıştığım yer de emeklerimin karşılığı olarak , asgari ücret üzerinden payımıza düşen 3ün 1ini her ay elime veriyordu.

staj yapmaya başlar başlamaz taksitle , SONY marka HI-FI denen cinsten bir müzik seti almıştım. aldığım 3 kuruş paranın 1.5 kuruşu müzik seti’nin taksidine gidiyordu. geri kalan parayla da her ay bir adet “orjinal” müzik CD’si almayı ilke edinmiştim.

o yıl , ÖSS’ye girecektim. fakat benim umurumda değildi. hiçbir zaman da pek umurumda olmadı açıkçası. akranlarım zamanlarını ders çalışmaya adamıştı. ben ise kendimi ; müziğe , kitap okumaya ve odamın camını açıp gizli gizli sigara içmeye adamıştım. bunun aksinide hiçbir zaman yapamadım. hayatı ertelemek hep zor geldi bana.

o dönemler sıkı bir metal müzik dinleyicisiydim – halâ da öyleyim- ve piyasayı yakından takip ediyordum. her ay dönemin metal müzik dergilerini alıp , baştan sona , defalarca okuyordum. o röportajları , albüm kritiklerini filan okumak ; çok büyük bir zevkti benim için.

house of god

bir gün gazete bayiine gidip yine bu dergilerden birini aldım. sayfaları teker teker okumaya başladım. albüm kritikleri kısmına geldiğim de yukarı da resmini gördüğünüz albüm çok ilgimi çekti. yere göğe sığdırılamıyordu. yurt dışında ki büyük dergilerden de çok büyük beğeni topladığından bahsediliyordu. içimde çok büyük bir merak uyanmıştı. ben de gittim “orjinal” CD’sini aldım. eve gelir gelmez , SONY marka müzik setime CD’yi taktım ve play tuşuna bastım. ilk parça 1 dakika filan süren bir intro idi. ikinci parça çalmaya başladığında ise şok oldum.

“ananı sikiim! bu ne lan?” dedim kendi kendime. çok iyiydi. 3. parça da çok iyiydi , 4. de , 5. de. kısacası albüm mükemmeldi. ve ben ; o güne  kadar , o heriflerin yaptığına yakın bir müzik dinlememiştim. kendi kendime ; “ulan şu herifler konsere gelse de gitsem” dedim. ama zordu. zaten o zamanlar şimdi ki gibi , çok fazla konser ya da festival olmazdı.

aradan 2-3 ay geçmiş ve ben albümün hastası olmuştum. günde en az 1 kere dinliyordum bu albümü. günlerden birgün yine gazete bayiisine gidip , non serviam isimli dergiyi aldım. eve doğru yürürken bir yandan da üstünkörü dergiyi kurcalıyordum ki ; bir başlık yolda duraklamama sebebiyet verdi.

“KING DIAMOND TÜRKİYE’YE GELİYOR”

diye yazıyordu dergide. ben tabii o gazla tekrardan bir “ananı sikiim” tepkisi koyuverdim. hayallerim gerçek olmuştu. hemen eve gidip yatağa uzandım ve konser üzerine hayaller kurmaya başladım. 4-5 gün sonra da Kadıköy otobüsüne atlayıp , akmar pasajından konser bileti almaya gittim. akmar’a vardığımda ; bilet almakla  yetinmeyip , konserin afişlerini de aldım.

o dönemler birçok şey zordu benim için. istediğim albümleri bulamazdım. istediğim tişörtleri bulamazdım. çekme CD ve kaset satan hemen herkesi tanırdım. beğendiğim albümlerin siparişini verirdim. sonra defalarca yanlarına gidip ; “ abi çektin mi benim CD’leri” diye sorardım. verilen cevapta , genel de “çekemedim yaa” olurdu. bir albüm için 2-3 defa gittiğim olurdu.

tişört olayları da aynıydı. çeşit yoktu. ya metallica tişört’ü bulurdunuz , ya iron maiden , ya da pazardan misfits. metallica ile misfits’ten zaten haz etmezdim. iron maiden da herkes te olduğu için pek çekici gelmezdi. bende kendi tişörtümü kendim yapardım. onunda yöntemi şöyleydi ;

beğendiğiniz grubun logosunu kırtasiye’ye gidip defalarca büyüttürürsünüz. istediğiniz büyüklüğü yakaladığınız da , kırtasiyeden logoyu boyayacağınız renkte kumaş boyası alıp çıkarsınız. eve geldiğiniz de , fotokopi yönetmiyle büyüttüğünüz logoyu elinize alıp , logonun sınırlarını –harflerin içi boş kalacak şekilde- jiletle kesersiniz. fotokopi makinesinden çıkan kâğıt artık şablonunuz olmuştur. daha sonra bu şablonu , önceden aldığınız düz siyah tişörtün üstüne güzelce hizalayıp kenarlarını bantlarsınız. bu işlemi de yaptıktan sonra ; kumaş boyanızı ve fırçanızı elinize alıp , şablonunuzun iç bölgelerini boyarsınız. boya kuruduktan sonra tişörtünüz hazırdır.

günler günleri , haftalar haftaları kovaladı ve en sonunda konser günü geldi. kendi hazırladığım “king diamond” tişörtümü üzerime giyip ; cebime 5-6 tane bira alacak kadar da para alıp , evden çıktım. taksim otobüsüne bindim. TRT binasının orda otobüsten inip , tekel bayii’ne yollandım. 2 tane bira aldım ve tüyap’ın merdivenlerine oturup içmeye başladım. erken gelmiştim. yalnızdım ve canım sıkılıyordu. can sıkıntısından durmadan bira ve sigara içiyordum. vakit ilerledikçe , yurdumun metal tayfası , ellerinde biralarla tüyaptan , amerikan konsolosluğuna doğru akıp gidiyordu.

o dönemler de amerikan konsolosluğunun yanında ki “sold out” isimli mekan , en popüler konser mekanıydı. underground konserler için biçilmiş kaftandı. şimdiler de bile taksim de sold out’un sahnesiyle yarışabilecek bir mekan yok.“sold out”’un en eğlenceli yanı ; konser öncesi içilen biraların etkisiyle fermuarları açıp , pipileri sallandırarak , amerikan konsolosluğunun duvarlarına işemekti. ne güzel bir duyguydu o. kelimelerle anlatılamaz. yaşamanız lazım. sırf bu sebepten dolayı , her konser öncesi konsolosluğun güvenlik elemanlarıyla , bizim aramızda olay çıkardı.

bir süre sonra biralarım bitti. tekrardan tekel bayii’ne gittim. 3 tane daha bira aldım ve amerikan konsolosluğuna doğru yollandım. mekanın kapısının önü ana baba günüydü. herkes ellerinde ki bira ya da şarapları delice tüketiyordu. bende kendime bir boşluk bulup , yere oturdum. siyah renkli poşedin içinden bir tane bira alıp , içmeye başladım. bir süre sonra mesanem patlayacak gibi oldu ve konsolosluğun duvarına işedim. kısa bir süre sonra biralarım bitmişti. kafam oldukça iyi olmuştu. ak’a , bok’a gülme durumundaydım. sonra birden bi hareketlenme oldu. kapılar açılmıştı. kısa bir süre sonra içerideydim ve konserin başlamasını bekliyordum.

kendime güzel bir yer bulup , konserin başlamasını beklemeye başladım. ne kadar beklediğimi hatırlamıyorum ama king diamond’ın , elinde iki tane kemikten yaptığı haç şeklinde ki mikrofonla sahne de belirdiği an’ı hatırlıyorum.

konser birden başlamıştı. biz de tabii alkolin de verdiği gazla dağıtmaya başlamıştık. bir süre sonra king diamond o meşhur sahne şovlarını sergilemeye başladı. bir süre sonra , şarkılarımı dinlemek ile sahne de ki tiyatro gösterisini izlemek arasında kararsız kaldım.

hele ki , sahneye elleri bağlı bir gelin’in gelmesini ve o gelin’in üzerinde ki beyaz gelinliğin bir anda alttan alev aldığı an’ı hiç unutamam. bugüne kadar izlediğim en iyi ikinci sahne şovudur. birincisi ise ; bulgaristan da izlediğim “alice cooper” konserinde , sahne de ,  alice cooper’ın bir hemşireyi kamçılamasıdır sahnesidir. konser bitiminde ki ; vir klasik olan , alice cooper’ın kafasının , giyotin ile uçurulduğu sahneyi anlatmıyorum bile.

ben daha ne olup bittiğini anlamadan konser bitmişti. kafam hala oldukça güzeldi. sarhoştum bile diyebilirim. konserin bitiminde kapıdan çıkarken king diamond’ın official tişörtlerinin satıldığını gördüm. fiyatına baktım , oldukça pahalıydı ve benim param yoktu. nitekim iştahla biraz bakınıp , mekândan çıktım. yapacak birşey ve takılcak arkadaşım olmadığından ağır adımlarla , otobüs durağına gittim. biraz bekledim , otobüs’ün gelmeye pek niyeti yoktu. cebimden sigara paketimi çıkarttıp , bir sigara yaktım. suratım da , alkol’ün yan etkisi olan ; anlamsız bir gülümseme vardı.

ben otobüsün gelmesini beklerken , durağa iki tane metalci hatun yanaştı. ikisi de gayet boylu , postlu ve güzeldiler. yaşları da en az benden 8-10 yaş büyüktü. duruşlarından “sağlam” metalci oldukları belliydi. bir ara içlerinden biri bana doğru döndü ve arkadaşına ;

- “aaa çocuğun üstünde ki tişört’e bak. ne güzel yapmış lan” dedi. yanında ki arkadaşı da bana doğru döndü ve ciddiyetli bir süzme işleminden sonra ;

- “güzel yapmış gerçekten” dedi. şaşırmıştım. aynı zaman da götüm de kalkmıştı. alkol’ün de etkisiyle sessizce yanlarına süzüldüm. ikisinin arasında ki boşluktan hafifçe kafamı uzattım ve gülerek ;

- “birer kere verirseniz size de aynısından yaparım” dedim. kötü bir niyetim yoktu. kaldı ki , kötü bir niyetim olsa dahi , onların bana “vermek” gibi bir ihtimali yoktu. olayım tamamen piçlikti , taşşak geçmekti.

ilk önce şaşırdılar. tepkisiz bir biçimde 1 – 2 saniye yüzüme baktıktan sonra , suratımda ki salakça gülümsemeden , asıl amacımın taşşak geçmek olduğunu anladılar. önce suratlarında hafif bir tebessüm belirdi. sonra  da 3ümüz bir anda deli gibi gülmeye başladık. sonra tişörtümü ilk farkeden hatun sustu ve

-“daha yaşın ufak. biraz daha büyü , biz sana sevabına da veririz” dedi. şimdi de şaşırma sırası bendeydi. 1-2 saniyelik suskunluktan sonra , 3ümüz birden tekrar deli gibi gülmeye başladık. sonra ben ;

-“ tamam o zaman anlaştık , abla” dedim.

-“ evet , ufaklık” dedi ve bunların bineceği otobüs durağa yanaştı. otobüse bindiler. gözüm üstlerindeydi. güzel hatunlardı allah için. otobüsleri hareket edince , bana bakıp el salladılar. bende onlara el salladım. 3ümüzün suratında da gülümseme vardı.

ve şimdi , yıllar sonra ; onlara burdan sesleniyorum :

KANDIRDINIZ  ULAN  BENİ KEVAŞELER !!!

5 Kasım 2009 Perşembe

vahşet üzerine

“hayatta kalmak için ; öldürmemiz , yoketmemiz ve tüketmemiz gerekiyordu. buna göre tasarlandık. insan denen varlık , yeryüzünde ki en iyi ölüm makinesidir. gözlemleyebilir , plan yapabilir , tuzak kurabilir. öldürmek ve yoketmek için gerekli tüm becerilere fazlasıyla sahiptir. bu özellikleri de onu doğanın en iyi avcısı yapar.”

massacre

akşamları eve gelip , son derece koltuğunuza oturup , haberleri izliyorsunuz. cinayet , katliam , tecavüz , savaş gibi kötü havadisleri gördüğünüz de  irkiliyorsunuz. sonra da kendinize ; “nereye gidiyor bu dünya?” diye soruyorsunuz.

ben sormuyorum. şaşırmıyorum ve irkilmiyorum. çünkü tam da gitmesi gerektiği yere gittiğini biliyorum.

yeryüzüne ilk geldiğimiz de vahşiydik. sadece hayatta kalma amacı güdüyorduk. hayatta kalabilmemiz  için de öldürmemiz gerekiyordu ve öldürüyorduk. sonuçta bunu en iyi şekilde yapacak özelliklere sahiptik.

daha sonraları düşünebildiğimizi keşfettik. bir şeyleri gözlemleyip , yorum yapabiliyor ve yeni fikirler ortaya koyabiliyorduk. işte bu nokta da insan’ı hayvandan ayıran en büyük iki özelliği ; “çalışmayı” ve “üretmeyi” keşfettik. artık daha tehlikeliydik.

ateşi , tekerleği , toprağı işlemeyi keşfettik. keşfettikçe daha çok çalıştık. daha çok keşfettik. bir süre sonra kendimizi bir bok sanıp doğadan ayırdık. zamanla doğa’nın bir parçası olduğumuzu unutmakla kalmayıp , onun sahibiymiş gibi hareket ettik.

asırlar önce , bizi yönetip , yola sokmaları için ; kurumları , makamları , dinleri yarattık. onlar da bizi kurallarla sarmaladılar. büyük imparatorluklar , krallıklar kurduk. makineleri icat ettik. yeni sistemler geliştirdik. ruhumuzu okşayan bir şeyi , sanat’ı keşfettik. büyük şehirler ve büyük binalar kurduk ve adına medeniyet dedik. arabaları , uçakları , çamaşır makinelerini , televizyonları , bilgisayarları , cep telefonlarını icat ettik , ismine de teknoloji dedik. dünya ile yetinmeyip uzayı keşfettik. görünür de herşey güzeldi. yaptığımız herşey daha insancıl yaşayabilmek içindi.

peki ; özümüzde ki “avcı” kimliğimize ne oldu ? onu içimizden söküp , atabildik mi ?

açıkçası hiçbi sikim olmadı. o hala içimizde duruyor ve açığa çıkmayı bekliyor. fakat biz bunu sürekli inkâr ettik ve ediyoruz. kendi vahşiliğimizden utanıyoruz. onu yok sayıyoruz. bunun sonucunda da ; katliamlar , cinayetler , sapkınlıklar ortaya çıkıyor.

bugün ismine medeniyet dediğimiz şey , tamamen yasaklar ve kurallardan oluşmaktadır. aklınız da gerçekten özgür bir insan hayal etmeye çalışın , edemezsiniz. çünkü özgürlüğü unutmak istedik ve unuttuk. şimdi de özgürlük şudur , özgürlük budur , böyle olsa gerek gibi hayaller kuruyoruz.

biz farkında olmasakta , bazı kurumlar içimizde ki vahşiliğin ve bu vahşiliğin az veya çok dışa aktarılmamasının doğuracağı sonuçların farkında. özellikle avrupa da 19.yy ile başlayan psikoloji bilimi bu kurumlara çok faideli bilgiler sağladı. yasaklarla ve kurallarla sıkıştırılıp , preslenmiş insanın doğuracağı sonuçları gözlemlemelerini sağladı. bu gözlemlemelerin sonucunda da bir takım önlemler alıp , uygulamaya başladılar.

20.yy ile birlikte avrupa da başlayan cinsellik patlaması bu önlemlerin uygulanışına en büyük örnektir. bize her ne kadar , medeniyetin , gelişmişliğin doğal süreci olarak kaktırılsa da ; aslında tamamen bilinçli ve kontrollü olarak bazı kurumların uygulamasıydı cinsellik devrimi.

hemen heryer de , herkes tarafından “sapkınlık” olarak tanımlanan S&M olaylar için , neden Almanya da hemen hemen her il de yasal S&M Club’lar var ? çünkü biz farkında olmasak ta bazı kurumlar içimizde ki vahşiliğin ve bunu az da olsa dışarı aktaramamanın doğuracağı sonuçların farkında.

keza dini kurumlarda da işleyiş pek farklı değil. mesela , hemen hemen her din de ; “kurban etme” ritüeli vardır. bunun amacı sizce , sadece “tanrıya kurban vermek” midir ? değildir. bu ritüelin asıl amacı , kişinin içinde ki vahşiliği bastırmaktır. durup dururken bir canlıyı öldürmekle , kurban ederek öldürmenin arasında ki tek fark ; “tanrı” kavramı sayesin de , eyleminizi  “yasallaştırmış” olmanızdır. sonuçta kurban etmek te bir çeşit cinayettir.

Kurban1

sonuç olarak insanoğlu da , içinde bulunduğu doğanın bir parçasıdır. ve yapısı gereği vahşidir. bunu inkâr etmenin vakti çoktan geçmiştir. zaman , artık kendi öz benliğimizi ve onu nasıl yaşatabileceğimizi düşünmenin zamanıdır.

yaratılırken ; 15 katlı binalar da , 80’er metrekarelik küçük kutuların içinde yaşamak için yaratılmadık!

not : şayet ; “bu ne lan ? çok saçma , hiç bir bok anlamadım” diyorsan , merak etme “bende bir bok anlamadım” diyorum.

not 2 : çok uzun olduğundan ve hızlıca yazıldığından kelli , anlam kopuklukları olmuş olabilir. lütfen müsterih olunuz. anlamadığınız yerler de doktorunuza danışınız.